Mayıs ayının başında uzun bir yolculuk nedeniyle “Haziran’da görüşürüz” demiştim ama, sözümü bir gün farkla tutabiliyorum. Malum,

Mayıs ayının başında uzun bir yolculuk nedeniyle “Haziran’da görüşürüz” demiştim ama, sözümü bir gün farkla tutabiliyorum. Malum, bugün Temmuz’un ilk günü.
Bir ay kadar memleketten epey uzaktaydım. Bazı önemli gelişmelerden yüzeysel de olsa haberdardım ama... Döndüğümde ne kadar çok şeyin değişmiş olduğunu görmek -Türkiye hakkında iyi-kötü fikri olan biri için bile- şaşırtıcıydı.
Deniz Baykal gitmiş, CHP’nin başına Kemal Kılıçdaroğlu geçmişti... (Az şey mi?)
‘Açılım’ lafları yerini giderek tırmanan ve çok vahim neticelere yol açması muhtemel bir şiddet döngüsüne bırakmıştı...
Sonra Mavi Marmara hadisesi... İsrail’in haydutluğu Türkiye iç siyasetinin başlıca tartışma alanına dönüşmüştü...
Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa değişiklik paketi ile ilgili kararı, bunun karşısında alınan pozisyonlar falan derken tabiri caizse “memleket yanıyordu”.
•••
Ama şimdi bunlar üzerine kelam etmenin zamanı değil. Yaklaşık iki aylık bir aranın ardından ağır siyaset yapmak, biraz tuhaf kaçabilir. Hele ki, hayatımızın dört yılda bir yaşanan güzelliklerinden birine daha tanık olurken... Tahmin edeceğiniz gibi Dünya Kupası günlerinden söz ediyorum.
BirGün ‘bile’ kendi meşrebince kupanın bir ucundan tuttu; 23 Haziran’da Terry Eagleton’ın (Futbol: Kapitalizmin can dostu!), 26 Haziran’da da ona cevap veren Dave Zirin’in (Futbol yalnızsa kapitalizmle ilgili bir şey değildir) Guardian’da yayınlanmış yazılarını sayfalarına taşıyarak... Eagleton’ın yazısı, ne yalan söyleyeyim, benim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Bugüne kadar üstat bellediğim bir Marksist’ten futbola dair böyle hamhalat bir mütalaa beklemiyordum. “Siyasal değişim hakkında ciddi olan hiç kimse, oyunun feshedilmesi gerektiği gerçeğini savsaklayamaz”mış. Eee, sonra? Eagleton’un tahayyül ettiği alternatif toplumda, sabahları parklarda topluca jimnastik yaptıktan sonra satranç masalarının başına geçeceksek, bunun çok parlak bir gelecek vaadi olduğunu söyleyemeyeceğim.
Düşünmeden edemedim: Galiba Marksistlerin önemli sorunlarından biri, bazen enikonu “sıkıcı” olmaları, diye...
Neyse ki, 3 gün sonra Dave Zirin’in güzelim yazısı geldi de yüreğimize su serpti.
•••
Dünya Kupası’ndan bahsederken, -biraz fazla kişisel olacak ama- yakın çevrem tarafından yadırgandığım (dahası ayıplandığım) bir hususa açıklık getirmek istiyorum.
Adettir, böyle turnuvalarda insanlar –en azından futbola az çok ilgi duyanlar, hatta bazen duymayanlar da- bir takım tutar. Ben ABD’yi tutuyordum. Şu sözünü ettiğim seyahatin ABD’ye yapılmasıyla bir ilgisi yok bunun. ‘Cinslik’ olsun diye de değil. Hani solcuyuz ya, Arjantin’i falan tutmamız bekleniyor, tahmin edilebilecek sebeplerle... Ama siz tutup “ben ABD’yi tutuyorum” deyince, karşı tarafta “bu yaştan sonra orijinal olmaya mı çalışıyor acaba” kuşkusu doğuyor. Değil. Tamamen ‘mazlumdan yana olmakla’ ilgili. Çünkü bu turnuvada ille de bir mazlumdan söz edilecekse, bu ABD’dir. Yani futbol aleminin mazlumu! Hemen her alanda dünya sıralamasının ilk üç basamağından inmeyen (ki çoğunda birinci) 300 milyon nüfuslu bir ülkede, dünyanın kalan bölümünün kalbini fethetmiş bir oyunun bu kadar itilip kakılması içler acısı bir durum. 1994’te Dünya Kupası’nın bu ülkede düzenlenmiş olması da gidişatı değiştirmedi. Düşünün, ABD’de kafeler, barlar, publar vb kamusal mekânlarda, duvarlardaki ekranlarda aynı anda muhtelif spor kanalları açıktır. Ama bunlar içinde tek bir futbol müsabakası göremezsiniz. Eminim, bu mekânların ezici bir çoğunluğunda, ABD milli takımının Dünya Kupası maçlarını oynadığı sırada bile ya eski bir NBA maçı ya da alt ligden bir beysbol karşılaşması izleniyordu.
Bir mağazada gördüğüm, ciddi bir spor dergisinin 100 sayfalık Dünya Kupası ilavesinin yarısı futbolun kurallarına ayrılmıştı. Yani taç nedir, aut nedir falan...
Hal böyle olunca, ABD milli takımının (basketbol, beysbol, Amerikan futbolu ile mukayese edildiğinde gördüğü üvey evlat muamelesine rağmen) sahada sergilemeye çalıştığı “amatör ruh ve profesyonel çaba”ya şapka çıkarmamak ayıp olur. Hele İtalya, Fransa gibi futbol muktediri ülkelerin cepleri dolu, nobran ve vurdumduymaz oyuncularını görünce...
Şöyle dikkate değer bir başarıyla dönselerdi yeni kıtaya (ne bileyim, bir yarıfinal falan), iyi-kötü ateşleselerdi futbol aşkını koca ülkede, fena mı olurdu? Oyuna yeni bir soluk, yeni bir lezzet katmaz mıydı?
Haa, “aman bir şeyde de geri kalsınlar” diyen olacaktır. Bilmiyorum. Tek tesellim, Gana’ya elenmiş olmaları... Malum, bahtsız kıtanın ayakta kalmış tek takımı. Onlarsız da çok eksik kalacaktı çeyrek finaller...
Ne yapalım, ömrümüz elverirse önümüzdeki dünya kupalarına bakacağız.

Not: Kürşad, ayrılığı uzun tutma. Hakan, hoşgeldin.