85yılın sonunda, Cumhuriyet’in kuruluş hedeflerine ulaşmak bir yana, iflasın eşiğine gelmiş politikalarla karşı karşıyayız....

85yılın sonunda, Cumhuriyet’in kuruluş hedeflerine ulaşmak bir yana, iflasın eşiğine gelmiş politikalarla karşı karşıyayız.

Birincisi... Anadolu’da tek millet esasına dayalı ulus devlet yaratma projesi.

Projeyi bütünüyle cumhuriyet rejimiyle örtüştürmek herhalde doğru olmaz. İttihat Terakki’nin dağılmaya yüz tutmuş imparatorluğa Türklük temelinde yeniden hayatiyet kazandırma politikasının coğrafi anlamda ‘küçük ölçekli’ bir devamı olarak da bakılabilir. Cumhuriyet öncesi dönemde bu hevesin, hangi tarihsel uğraklardan geçtiği –kimilerince kabul edilmese de- biliniyor. Başta Ermeniler olmak üzere gayrımüslimlere yönelik katliam ve tehcir, hâlâ tarihimizin yüzleşmekten geri durduğumuz korkunç sayfaları arasında...

Cumhuriyet rejimi boyunca ise, 1915 faciası kadar ağır ve kanlı olmasa da, yine gayrımüslümleri hedef alan Varlık Vergisi, çalışma kampları, 6-7 Eylül pogromu ilk akla gelenler...

Elbette sorunun bugün de yakıcılığını koruyan Kürt boyutu var. Cumhuriyetin kurucu inisyatifi içinde ortak bir konum teşkil ederken, giderek inkâr, dışlama ve asimile politikalarına maruz kalan Kürtler, 85 yıldır ülkenin makul bir çözüme ulaştıramadığı başlıca sorunun tarafı desek yanlış olmaz. 1950 öncesi çok sayıda isyanla gündeme gelen, 1960’larda demokratik örgütlenmeler ve kimlik mücadelesiyle öne çıkan, 1970’lerin sonlarından başlayarak silahlı mücadele temelinde ve muhtelif dönemlerde muhtelif politik hedeflere odaklanan ve günümüze kadar gelen ve sonu nerede biteceği belirsiz, acıklı bir hikâye.

•••

İkincisi... Dinin toplumu ve devleti düzenlemeye ve yönetmeye talip siyasal boyutunun tasfiyesi meselesi.

Cumhuriyeti kuran inisyatifin, Türkiye’yi dini esaslara dayalı bir yönetimden laik bir rejime taşıma kararı, Anadolu’da köklü bir geçmişe sahip dini örgütlenme ve inanç birliklerinin her dönemde tepkisine maruz kaldı. Uzun sessizlik dönemleri yaşadılar ama alttan alta örgütlülüklerini yaygınlaştırmayı sürdürdüler. Demokrat Parti iktidarıyla başlayan ‘alenileşme’ süreci, 1960’ların nispi demokratik ortamında siyasi temsile uzandı. 1980’lerde ABD’nin ‘Yeşil Kuşak’ yaratma hayali 12 Eylül faşizminin “komünizm tehlikesi karşısında Türk-İslam senteziyle baraj kurma” politikasıyla örtüşünce, daha rahat propaganda ve örgütlenme imkânı buldular.

On yıllarca dışlanmış yoksul kesimler için devletin zaman zaman hotzotçu, her daim tepeden bakan ‘adam yerine koymama’ tavrı karşısında –memlekette sol alternatifin kökü kazındığından- sığınılacak yegâne liman oldular. Bugün Türkiye’nin en güçlü, yaygın ve örgütlü siyasi hareketi olmalarının yanı sıra bizzat devlet örgütlenmesi içinde de sağlam mevziler kazandılar.

•••

Üçüncüsü... Tarihsel olarak cumhuriyetin kuruluş idealleri içinde bugünkü bağlamında bir demokrasi inşasından söz edilemese bile, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’da gelişen demokratik rejimlere eklemlenme iddiası...

Bu iddia da akim kaldı. Batı’nın kapitalizmine (bağımlılık düzeyinde bile olsa) eklemlenen Cumhuriyet rejimi, tarihinin büyük bölümünde demokratik özgürlükleri, insan hakları gibi evrensel değerleri kapı dışarı etmekte tereddüt göstermedi. Bu ülkenin, 21. yüzyılda en temel özgürlükleri bile tartışıyor, dahası hapis cezası ile baskı altına alıyor olmasının gerisinde, soğuk savaşın yıllarca jandarma karakolluğunu üstlenmiş devletin ve ancak onun himayesinde gelişme imkânı bulmuş burjuvazisinin iliklerine işlemiş sol düşmanlığının ziyadesiyle payı olduğunu kabul etmek lazım.

Evet, 85 yılın sonunda gelinen nokta bu.

Peki, bugünkü hâkim siyasal yapının gözle görülür vadede bütün bu meselelerin üstesinden gelme ihtimali var mı? Hayır.

Hasılı, özgürlükçü sol bir hareketin emekçilerin, yoksulların, kadınların, gençlerin, dışlanmışların, hor görülenlerin nezdinde yeniden itibar kazanacağı, adalet, eşitlik, dayanışma gibi değerlerin hayatımızın merkezine yerleşeceği bilinmez bir zamana kadar, bu ülkede yaşayan kimseye rahat yüzü yok.