Sokağa çıkma yasağı olduğundan yapacak birşey yok. Koltuklara uzandık, bir yandan buzdolabında bulduğumuz yiyeceklerden atıştırıyoruz bir yandan da televizyon seyrediyoruz (Öyle anlaşılıyor ki...

Sokağa çıkma yasağı olduğundan yapacak birşey yok. Koltuklara uzandık, bir yandan buzdolabında bulduğumuz yiyeceklerden atıştırıyoruz bir yandan da televizyon seyrediyoruz (Öyle anlaşılıyor ki, o dönemin amansız iyimserliği ve kendine güveniyle darbeyi pek sallamamışız)....

 

Mehmet Ali Çetin’in unutulmaz hatırasına...

 

Cuma sabahı kalkıp gazetelere bakarken, BirGün’ün manşetini görünce o günün 12 Eylül olduğunu farkettim. Elbette dünyadan habersiz yaşamıyorum ama anlaşılan boş bulunmuşum. Ya da yıllardır o kadar çok o günü (ve takip eden günleri, yılları) düşündük, konuştuk ki yorulmuşuz herhalde 12 Eylül’le yatıp 12 Eylül’le kalkmaktan.

Oysa unutmamak lazım. Hep hatırlamak, hep hatırlatmak... En çok da arkadaşlarımızı... Cuntanın kurşunladığı, astığı, işkence tezgâhlarında kıydığı arkadaşlarımızı...

Şimdi asude hayatlar süren generalleri de unutmamak, unutturmamak lazım. İşkencecileri de... Kimileri şimdi devletin önemli kademelerinde... Kimileri ise muhtemelen bir köşede sefil hayatlar sürüyor...

Geçtiğimiz 12 Eylül’lerden birinde, o ay boyunca dört 12 Eylül yazısı yazmıştım. Siyaseten bir değerlendirme... Bu defa biraz farklı birşey yapalım diyorum. Bazı kişisel hikayeler... Malum, pazar günü...

* * *

11 Eylül günü, Ankara’nın tekinsiz bir gecekondu semtindeydim. Tahmin edebileceğiniz faaliyetler nedeniyle... (Ne tuhaf, mahallenin ismini söylemekten hâlâ imtina ediyorum. Kanımıza işlemiş demek ki!) Akşama doğru haber geldi, “bölgeyi boşaltıyoruz” diye... O aralar bir darbe beklentisi var ama insan yine de ‘konduramıyor’. Herhalde büyük bir operasyon olacak, diye düşündük.

‘Hareketin çocukları’ şehirde barınabileceğimiz evlerin yolunu tuttuk. Okuldan bir arkadaşımın ailesinin Emek’te bir evi vardı. Aile büyükleri başka bir şehirde öğretim üyesi olarak çalıştıklarından ev boştu. Zaman zaman gider kalırdık. Ben eve vardıktan bir süre sonra Nuri (Altıntaş) geldi. O da ODTÜ’lü ve evde arada bir ikamet edenlerden...

Günün kalan bölümünü nasıl geçirdik hatırlamıyorum ama sabah kalkıp televizyonu açtığımızda TRT ekranında Kenan Evren konuşuyordu.

“Yüce Türk milleti” diyordu, “Atatürk’ün bize emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti içerden ve dışardan haince saldırılara maruz kalıyor.” Durum anlaşılmıştı. Paşa, “yıkıcı ve bölücü mihraklar faaliyetlerini alabildiğine arttırmışlar ve vatandaşların can ve mal güvenliği tehlikeye düşürülmüştür” deyince, Nuri’yi uyardım: “Bizden bahsediyor!”

Neyse... Sokağa çıkma yasağı olduğundan yapacak birşey yok. Koltuklara uzandık, bir yandan buzdolabında bulduğumuz yiyeceklerden atıştırıyoruz bir yandan da televizyon seyrediyoruz. Öğlene doğru ikimiz de dalıp gitmişiz. (Öyle anlaşılıyor ki, o dönemin amansız iyimserliği ve kendine güveniyle darbeyi pek sallamamışız. Hâlâ ferah feza uyuyabildiğimize göre!)

Öğleden sonra uyandık. Televizyonda bildiriler okunmaya devam ediyor. Pencereden dışarı baktık, millet sokakta... Yani hayat normal akışında sürüyor. “Vay be” dedik, “halkımıza bak, sokağa çıkma yasağını falan taktığı yok, helal olsun!”

Biz yine de tedbiri elden bırakmayıp evden çıkmadık. Bir-iki saat sonra, galiba televizyondan duyduk; meğer sokağa çıkma yasağı belli bir saate kadar kaldırılmış, ahali o nedenle dışardaymış.

Tabii hafif bozum olduk. “Bari Kızılay’a gidip durumu bir kolaçan edelim” dedik.

* * *

Mamak’ta C Bloklardaki koğuşlardan birinde kıdemliydim. Kıdemlilerin bir görevi de koğuşa yeni gelen tutukluyu kapıda askerden teslim almak, temiz çamaşır (Emniyet’ten gelenler genellikle bitli olurdu), traş (Emniyet’te uzayan sakallar Mamak’ın girişinde saç kesilen makinayla şöyle bir alınır, insan iyiden iyiye bir haydut görüntüsü edinirdi), yemek (gelenler hep aç olurdu) vb acil ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamaktı.

Bir ara sıkıyönetim, memleketin mafya yapılanmasına yüklendi. Hatta 4 no’lu Sıkıyönetim Mahkemesi kuruldu onlar için... Ankara’da yapılan operasyonda İnci Baba ve adamları gözaltına alındı. Emniyet’te işkenceden sonra Mamak’ın yolunu tuttular. Üçer-beşer koğuşlara geliyorlar.

Bizim koğuşa da iki-üç kişilik bir ekip geldi. İzbandut gibi adamlar. Fakat bunları kafeste fena benzetmişler. Bilenler bilir, ‘kafes’ Mamak Cezaevi’nde A Blok’un girişinde yeni gelenlerin Allah yarattı demeden dövüldüğü, cezaevi koşullarına ‘hazırlandığı’ ilk duraktır. Orada öğretilen ilk şeylerden biri de; ne olursa olsun komutanın yüzüne bakmayacaksın! Komutan dediğim de rütbeli rütbesiz üzerinde üniforma olan herkes.

Dediğim gibi, İnci Baba’nın adamları kafeste epey hırpalanmış. Ama ‘derslerini’ de iyi öğrenmişler. Kafalar hep havada. Sadece tavana bakıyorlar. Yanlış anlaşılmasın, adamları teslim aldım ve koğuşa getirdim, hâlâ havaya bakıyorlar. “Yahu burası koğuş, biz de sizin gibi tutukluyuz, indirin şu kafalarınızı” diyorum, “Emredersin komutanım!” diyorlar ama kafaları indirmiyorlar. Belli ki, askerlerin bir kolpası olduğunu düşünüyorlar.

İnsan, Ankara’yı bu adamların haraca kestiğine inanamıyor. Gerçi onlar da bize inanamazlardı, askerlerin yapın dediği şeyi yapmayıp dayak yediğimizde.

* * *

Bir örgüt davasından İstanbul’da gözaltına alınan akademisyenden birkaçını bizim koğuşa getirdiler. O sırada A Blok 7. koğuştayım. Hocaların geldiği ilk gün. Akşam oldu, sayım hazırlıkları başladı. Onlar ilk sayımlarına çıkacaklar. Gerçi 35 yaş üzeri olduklarından ‘raporlular’. Yani, gardiyan koğuşun kapısını açtığı anda şimşek hızıyla koridora fırlayıp cop sallayan askerlerin arasından koşarak sayım düzenine geçmeleri gerekmiyor. Güruhu geriden izleyip en arkaya dizilecekler.

Tabii iş benim burada anlattığımdan biraz farklı. Yani yaşamak lazım. Coplar uçuşurken askerler manasız biçimde avaz avaz bağırıp çağırıyor; bir vaveyla bir terör, insan epeyce... nasıl diyeyim heyecanlanıyor. En azından ilk zamanlarda... Sonradan bir miktar kaşarlanıyorsunuz tabii... Ama ‘bir miktar’!

Neyse, hocalar ilk sayıma çıktı. Mutat hadiseler... Sayımda sesi yüksek çıkmayanların numaraları okundu, onlar bir adım öne çıktı. Sonrası malum. Koğuşa döndük ve her zaman yaptığımız gibi tuvalet boşluğunda sigaraları yaktık. Hatırladığım kadarıyla ben, Rüstem Savaş (Menziletoğlu), Erdoğan (Saldamlı) ‘geyik’ yapıyoruz. Rüstem Savaş anlatıyor: “Kastamonulu çavuş baktım fena sallıyor copu, elimi hafifçe sağa çektim. Sıyırdı gitti. İkincisinde bu sefer hafifçe sola...” Buna benzer bir hikaye... Biz tabii kahkahadan kırılıyoruz.

O esnada hemen biraz ilerimizde, sigarasından durmaksızın derin nefesler çeken hocayı farkettim. Yanlış hatırlamıyorsam Akademi’dendi. Büyümüş gözleriyle bakıp bizim anlatılanlara nasıl olup da bu kadar güldüğümüzü anlamaya çalışıyordu herhalde. Ya da ‘uzaylı’ olduğumuzu falan düşünüyordu. O anda farkında değildi ama, bir süre sonra o da buna benzer hikâyeler anlatıp gülecekti, her sayımdan sonra...

* * *

Yargılandığım asıl davanın dışında bir davam daha vardı. 12 Eylül’den önce açılmıştı. Darbeden kısa süre sonra sonuçlanmış, 4 buçuk yıl yemiştim. Bir gün koğuşta gazete okurken öğrendim onu da... Halbuki davayı neredeyse unutmuştum. “Hass..” dedim, “bu nereden çıktı lan!” Allahtan Yargıtay bozdu, yeniden yargılanmaya başladım. O davanın görüldüğü günler ana davaya gitmez (ana dava haftada üç gün yapılıyordu), 4 buçuk’luğun duruşmalarına katılırdım. Tutuksuz yargılanmakta olan arkadaşlarımı görmek için bir vesile oluyordu. En çok da aziz dostum Mustafa Melek’i...

Yine o duruşmalardan birine giderken Abuzer Uğurlu ile kelepçelendim. Hemen kısa iki bilgi vereyim: Birincisi, mahkemeye götürülen sanıklar ikişer ikişer birbirlerine kelepçelenirdi. İkincisi, Abuzer Uğurlu dönemin en ünlü kaçakçısı ve karanlık şahsiyetiydi.

Öğleden önce benim duruşmam bitti ve mahkeme o gün beraat kararı verdi. Haliyle kuş gibi hafifledim. 4 buçuk sene, az değil. Ana davanın öğleden sonraki duruşmasına yetişirim, diye düşünüyorum. Fakat Abuzer Uğurlu bir türlü gelmedi. Getirildiğim adamla kelepçeleyip götürecekler ya, ben de orada kaldım. Abuzer’in duruşması uzadı da uzadı. Döndüğünde saat 2’yi geçiyordu ve bizim ana dava ekibi çoktan mahkemenin yolunu tutmuştu.

Çaresiz koğuşa döndüm, oturup beklemeye başladım. Akşam üzeri koridordan gürültüler gelmeye başlayınca anladık, bizimkiler dönüyor.

Bir asker kapıyı yumrukladı, “Adnan Bostancıoğlu burda mı lan!”

“Eyvah” dedim. “Acaba n’oldu?”

Halbuki... “Eşyanı topla, tahliyesin!”

Kader işte! Aynı gün hem 4 buçuk seneden yırt, hem ana davadan tahliye ol.

Arkadaşlar da sevindi tabii... Öpüşmeler, sarılmalar...

Eşyaları elbette toplamıyor, kalanlara dağıtıyorduk. Kim neyi istiyorsa...

Mehmet Demirkoparan vardı, kısaca ‘Koparan’ derdik. Hırkamı istedi. Kahverengi, dirsekleri süet güzel bir hırkaydı. Verdim (Vermese miydim acaba diye sonradan çok düşündüm. Çünkü Koparan bir zaman sonra itirafçı olmaya karar verdi). Metin, saatimi istedi. Tereddüt ettim. Tereddütüm Metin’le ilgili değildi. Saati, bir bloktan başka bir bloğa postalanırken Mehmet Ali Çetin hediye etmişti. Hayatımda tanıdığım en iyi insanlardan, en iyi devrimcilerden biri... Fakat o koşullarda, hatıra falan deyip vermemezlik olmuyor. Saati de Metin’e bıraktım. Nereden bileyim, Mehmet Ali’nin sonradan öleceğini... İçimde hep ukde olarak kaldı o saat, Citizen marka.