Vaktiyle televizyonda epey ilgi uyandırmış bir diziye danışmanlık yapan arkadaşım anlattı.

Vaktiyle televizyonda epey ilgi uyandırmış bir diziye danışmanlık yapan arkadaşım anlattı.

Diziye konu olan 70’li yıllarda bir gece, devrimciler ve faşistler aynı mahallede yazılamaya çıkarlar, senaryo gereği... Her iki tarafın da “güvenlikleri” vardır. Yani yazılama yapanları korumakla görevli silahlı adamlar. Danışman arkadaşıma gece geç saatte setten bir telefon gelir. Arayan, o sahneyi çekmekte olan yardımcı yönetmendir, 25 yaşlarında genç bir kadın. Şöyle sorar: “Sağcıların ve solcuların güvenliklerinin üniformaları aynı mıydı, yoksa farklı farklı üniformalar mı giyiyorlardı?”

Anlayacağınız üzre, genç yönetmen yardımcısı zamanın militanlarını bugünün özel güvenlik şirketlerinin görevlileriyle karıştırmıştı.

* * *

Bugün 30-35 yaşında olan nesil, dünyayı algılamaya başladığında tanıdığı ilk popüler politik figürler Kenan Evren ve Turgut Özal’dı. Bu şahsiyetlerin kim olduğuna dair bilgilenme kaynakları (medya, okul, aile, sokaktaki hakim söylem vb) aşağı yukarı şöyle diyordu: Kenan Evren, ülkeyi içine sürüklendiği kaostan çıkardı. Huzur ve güveni tesis etti. Evet, bunun bazı acı bedelleri oldu ama ülkenin 1980 öncesinde içinde bulunduğu durum düşünüldüğünde bütün o bedel sineye çekilebilir. Hatta görmezden gelinebilir. Turgut Özal, Türkiye’yi içe kapanık yapısından çıkardı ve dünyaya açtı. Biz de dünya ekonomisinin bir parçası olduk, zenginleştik. Yoksullaşan da oldu ama onlar “işini bilmeyenler”di. Türkiye’nin ufku ve vizyonu 1980 öncesine göre çok daha açıktı artık.

Hakim algı biçimi bu oldu, yıllar boyunca.

Sözkonusu nesil, dünyayı algılamaya başladığında tanık olduğu en önemli tarihî olay, sosyalist sitemin yıkılmasıydı. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere koca koca ülkeler, kısa bir süre içinde sosyalist rejimleri devirdiler/terkettiler; yerine kapitalizmi seçtiler. Üstelik bu ülkelerin halkları (sosyalizmin bir tür halk yönetimi olduğu iddiasına rağmen) eski rejimlerden kurtuldukları için genellikle mutlu görünüyorlardır. Uzun sürmüş bir gaileyi atlatmanın sevinci içindeydiler. Belli ki sosyalizm denilen idare tarzı pek de matah bir şey değildi.

Peki, sola/sosyalizme dair dünya ölçeğindeki bu algı, kendi ülkemize baktığımızda hangi “göstergelerle” şekilleniyordu? Sosyalistler, genellikle cezaevindeydi ve açlık grevi, ölüm orucu gibi eylemlerle gündeme geliyorlardı. Ya da kıstırıldıkları bir apartman dairesinde, bir gecekonduda polisle çatışarak öldüklerinde... Belli ki “ölüme yakın” bir duruştu sosyalistlik.

Daha genç nesiller, söz gelimi şimdi 20-25 yaşında olanlar için dünyanın hali üzerine ilk algı süreçlerine baktığımızda durumun “vehameti”  değişmiyor, belki de artıyor. Onların dünyasında sosyalizm diye birşey zaten hiç olmadı; kaybolup gitmiş bir “eski zaman medeniyeti” gibi bir şeydi. Üstelik pek de hayırla yadedilmeyen... Neredeyse “tek tip” bir dünyaya doğdular, başında Amerika’nın olduğu...

Sözünü ettiğimiz bu nesil, kabaca 19-39 yaş arası, yani toplumun en dinamik kesimi nüfusun üçte birini oluşturuyor. Bu insanlara derdimizi nasıl, hangi dille, hangi araçlarla anlatacağız? Üstelik sınıf meselesinden feragat etmeden, uyumculuğu/uzlaşmacılığı bir çare olarak görmeden.

* * *

Yaşı artık 50’yi bulmuş ya da aşmış kuşağın, yani sosyalizm davasında ısrarını ve inadını sürdürmüş son kuşağın bu tablo karşısında yapabileceklerinin sınırlarını görmekte fayda var. Onların gerek düşünme biçimlerinin gerek hayat pratiklerinin, artık geri dönmesi mümkün olmayan eski bir zamanın alışkanlıkları ile “malul olduğunu” kabul etmek lazım. Bu elbette bir kenara çekilmeleri anlamına gelmez ama artık asıl yük, emeğin davasını sahiplenmiş genç kuşaklardadır. Bugünün ve geleceğin yeni meselelerine, geçmiş dönemlerin sorunları karşısında üretilmiş politikalara sıkışıp kalmadan yeni cevaplar ve bunlara uygun araçlar üretebildikleri ölçüde yol alacaklar. Kolay değil. Ama imkansız da değil.

Sözü, her daim genç Korkut Boratav hocamıza bırakalım:

"İman tazeleyici sloganlar adım adım etkisini yitirir; sönüp gider; hasımlarınıza karşı ideolojik yenilgiler morallerinizi bozar. Giderek, gerçek hayatın, geçen yüzyılın aşınmış yapıtları tarafından açıklanamayacak kadar karmaşık olduğunu hissetmeye başlayacaksınız. Hiç farketmeden egemen ideoloji sizi biçimlendirmeye başlar. İdeolojik teslimiyetinizi doğrulayacak savunma mekanizmaları geliştirmeniz bir sonraki adım olacaktır. Kesinlikle öngörebilirim ki, bu doğrulama son aşamada ‘Marksizmin yetersizliklerine’ saldırı biçimini alacaktır. Bu saldırı, çoğu zaman Marksizmi tümüyle kavramadaki yetersizliklerinizden ve fikri tembelliğinizden kaynaklanacaktır. Ve şüphesiz ki daha fazla ödüllendirileceğiniz bir hayat sizi bekliyor olacaktır. (...) Bu olasılığa karşı tek çare vardır: çok çalışmak, eleştirel düşünce ve militan bir sınıfsal tavır...”