Soldaki ayrışma giderek netleşiyor, saflar belirginlik kazanıyor.

Soldaki ayrışma giderek netleşiyor, saflar belirginlik kazanıyor.

Referandumda alınacak tutum bu ayrışmayı hızlandırdı. Hatta “sonuca” yaklaştırdı. Referandumu AKP’nin 12 Eylül kurumlarını tasfiye değil ele geçirme planı olarak gören “hayırcılar” ile aynı süreci “demokratikleşme” olarak okuyan “evetçiler” arasında artık kapanması zor bir uçurum oluşmuş durumda. Ayrışmaya referandum özelinde baktığımızda, tabii bir de “boykotçular” var. Özel koşulları gereği Kürt hareketini bir kenara bırakacak olursak, Türkiye solundan boykot politikasına yönelenlerin bu saflaşmada nerde durdukları henüz netleşmiş değil. Şimdilerde kurdukları dile bakılacak olursa, sanki niyetleri “arabuluculuk” gibi misyona soyunmak. Bunun faydasız bir çaba olduğunu görmeleri uzun sürmeyecek. Çünkü ortadaki ayrışma, hepimiz biliyoruz ki bir referandum tavrından daha fazla bir şey.

Öncelikle işaret edelim: Ayrışmanın tarafları homojen değil. Her iki taraf açısından da bu böyle. Sözgelimi, “hayır cephesi” bugün “solun ana gövdesi” olarak isimlendiriliyor olsa bile, kendi içinde, Kürt ulusal hareketine bakıştan laiklik meselesine uzanan bir dizi konuda nüanstan öte siyasal anlayış farklılıkları taşıyor. Burada bunların detaylarına girmeye gerek yok. Ama belirtmek gerekir ki bu topluluk bütün bu temel meselelerde bugüne kadar biraradalıklarını güçlendirecek bir tartışmayı da yürütebilmiş değil. Bunu özellikle söylememin nedeni, böyle bir tartışmanın daha sağlıklı ve uzun vadeli siyasal birlikteliklerin önünü açacağını düşünmem.

“Evet” cephesine gelince... Orası da son derece parçalı bir görüntü arzediyor. Bir kere şunu netleştirelim. Bu cenahın asıl gövdesini, geleceğini “AKP projesine” endekslemiş bir kesim oluşturuyor. Bunları da ikiye ayırmak mümkün. Biri kişisel ikbâlini –yani basit bir çıkar ilişkisinden söz ediyorum- AKP’ye bağlamışlar var ki, -solu tartışacaksak- artık bunların sözünü bile etmeye değmez. Bir de kendi siyasal geleceklerini AKP’nin başarısından nemalanmak üzerine kuranlar var. Solun ağır yenilmişlik halinden çıkışı, iktidarla çatışmadan, dahası uzlaşarak, hatta kimi kritik anlarda “sol bir söylemle” desteğe dönüştürerek arayan, burada “çoğalma” imkanı olduğunu düşünenler... İçlerinde belki hâlâ iyi niyetli insanlar vardır. Ama bu siyasi körlüğün sonuçta gideceği yeri tahmin etmek zor değil: Adı “sol”, ama esasen basit bir iktidar aparatı! Bu gidişin önüne geçmek zor. Zaten izleyip göreceğiz. Bütün siyasi duruşları iktidardan ödünç alınmış dilden ibaret kalacak.

Öte yandan, “evet cephesinin” şimdilerde sesi daha yüksek çıkan bir kesimi var ki, kendilerini solun ana gövdesinden ayrıştırdıklarını zaten ilân ettiler. Yollarını ayırdıkları solun “Ergenekoncu” olduğu gibi ucuz ve yakışıksız ithamları bir kenara bırakacak olursak, en sık ifade ettikleri argüman “başka bir sosyalizm tahayyülü”ne yöneldikleri... Bunun ne tür bir sosyalizm olduğunu bugüne kadar sarih bir biçimde ortaya koymadılar ama anlayabildiğim kadarıyla sosyalizm meselesini emek-sermaye çelişmesinin dışında bir yerden tarif etmeye çalışıyorlar. Tuhaf olan, bunu “yeni bir şey”miş gibi sunmaları... Özellikle Sovyetik rejimlerin yıkılmasından sonra gündeme gelen eleştirel sorgulamalarda dünya solunda “sınıftan kaçış” olarak da isimlendirilen böyle bir yönelimin ortaya çıktığı biliniyor. Sosyalist düşüncenin, -yaşanmış reel tecrübelere bakarak- insanların maddi hayat koşullarının iyileştirilmesinden ibaret bir perspektife sıkıştırıldığı eleştirisinden yola çıkan bu yaklaşım, dile getirdiğimiz zaafı aşmanın yolunu kapitalizme karşı açık bir sınıf mücadelesinin zorunluluğunu önemsizleştirmekte (hatta bazı sözcüleri bakımından büsbütün yok saymakta) buldu.

Oysa ilk sosyalizm tecrübesinin henüz yere serilmediği dönemlerde bile, bu ülkede, sosyalizm meselesinin “aç sınıfın doyurulmasının” çok ötesinde bir mesele olduğu söylenegeldi. Dahası bunun tecrübeleri yaratılmaya çalışıldı. Ama marksist düşüncenin en temel hedefi olarak ifade edebileceğimiz “insanın özgürleşmesinin” başta sermayeden özgürleşme olmak üzere bir sınıf perspektifinden bağımsız ele alınamayacağı vurgulanarak. Yani “yeni bir sosyalizm tahayyülü” üzerinden kendini tarif edenlerin ısrarla üzerinden atladıkları hakikat!

Biliyorum, bütün bunlar bir köşe yazısının sınırları içinde tartışılacak mevzular değil. Anlaşılan, daha geniş zeminlerde sürecek bu tartışma. İyi de olacak. Ama en azından şimdi şunu söylemekle yetinelim. Yeni bir gelecek kurmanın, hatta bunu tarif etmenin yolu sadece dergi, gazete sayfalarında yapılırsa, sonuçta ortaya çıkan şey bir “kelimeler dünyası”dır. Oysa sokaktaki hayatın, o hayatın içinde süren mücadelenin sunduğu zenginlik, zihin dünyamızın kurgularına göre çok daha yaratıcı bir geleceğin ipuçlarını verir. Ama bunun ilk koşulu sokağa çıkmaktır.