Mahşer dedikleri yeri ölmeden görenlerin ülkesidir burası. Ankara’da geçti

Mahşer dedikleri yeri ölmeden görenlerin ülkesidir burası.
Ankara’da geçti ömrümün çoğu.
Otobüs duraklarında, dolmuş kuyruklarında mesai saatlerinde, yağmurda, karda mahşeri görerek. Yalnızca ölülerin göreceği söylenen mahşeri ölmeden yaşayarak.
Eski Yeşilçam filmlerinin en unutulmaz sahnelerinden birisi de acıdan üzüntüden aniden bembeyaz olan saçlardır.
Hele ki babaların saçları.
Ağarıverir.
Ak saçlar yaşlılığın, bilginin, tecrübenin değil dayanılmaz acının, iflah olmaz yorgunluğun sembolüdür bizim filmlerimizde.
İşte hınca hınç dolu otobüste tam önümde duruyordu böylesi ak saçlar.
30-35 yaşlarında, hayatının en verimli, en güçlü çağında bir erkeğin saçları simsiyah olmalıdır.
O da o yaşlardaydı.
Ama bembeyazdı saçları.
Gözleri yorgundu. Elleri nasırlı, çatlak, bakımsız, tırnaklarının yarısı kırık. Parmaklarının arası sigara sarısı. Dişleri dökük.
Saçları bembeyazdı.
O kadar kalabalıktı ki otobüs. Herkes herkesleydi.
O kadar yakın ama bir o kadar uzaktık ak saçlı dostumla.
Şoför çok kızmıştı ona. Çok eşyası varmış. Kamyon tutsaymış. Söylendi durdu yol boyu.
Hiçbir şey söylemedi ak saçlı dostum. Hayatı boyunca hiç kimseye hiçbir şey söylememişti zaten.
Ağabeyi vurulduğunda, kardeşi kaybolduğunda, oğlu hastanede rehin kaldığında da bir şey söylememişti.
Dikmen’de iki oda bir salon evlerinde üç kardeş 28 kişiye bakarlarken de bir şey söylememişti.
Yüzünü döndüğünde tanıdım onu. Benim evin badanasını yapmıştı yıllar evvel.
O zaman yirmili yaşlarındaydı. Yine saçları bembeyazdı.
Onun saçlarını beyaz yapan şey emeğiydi. Boya yaparken üzerine yağan kireç, alçı, boya saçlarına birikirdi. Evde yıkanacak su her zaman olmadığından yapışıp kalırdı çoğu zaman.
Çıkmazdı.
O’nun saçlarının beyazı, emeğin, fakirliğin, çaresizliğin beyazıydı.
Emekçinin ak düşmüş saçları büyüdü gözümde, boğazımda düğümlendi kaldı.
Sonra diğerlerini gördüm. Öğrenciler, ev kadınları, emekliler, hamileler, çocuklar hepimiz tıkılıp kalmıştık mahşer otobüsünde.
Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin bize uygun gördüğü tekerlekli mahşerde tıkılıp kalmıştık.
Londra’da otobüsler durağa yanaştığında soldaki kısmı yana doğru yatar. Kaldırımların yüksekliği de ona göre ayarlıdır. Otobüsün kapısı ile kaldırım aynı hizaya gelir. Bebek arabalılar, engelliler, yaşlılar, çocuklar, elinde eşya olanlar daha rahat inip-binebilsinler diye. Otobüslerin, metronun ardı arkası kesilmez. Biri gelir, biri gider.
Oralarda hiçbir otobüste saçına ak düşmüş emekçiler tıkış tıkış seyahat etmezler. Oralarda otomatik kapının ardında çocuklar sıkışıp, nefessiz kalmazlar.
Nedenini ben bilemem.
Mahşer, belki de yalnız bizler için olduğundandır.
Ya da mahşeri bize verenler yalnızca burada olduğundandır.
Dedim ya!
Nedenini ben bilemem.