Chomsky’e göre Rusya'yı acı çektirip zayıflatmak için Ukraynalılar, Asyalılar ve Afrikalıların canlarıyla ve hatta uygarlığın geleceğiyle oynanıyor.

ABD, Rusya’yı zayıflatmak adına uygarlığın geleceğiyle oynuyor

David BARSAMIAN

Dünyaca ünlü dilbilimci ve düşünür Noam Chomsky Ukrayna savaşının arka planı, küresel ayaklanmalar, Ortadoğu ve sınıf savaşı gibi bir dizi soruna dair Alternative Radio’dan David Barsamian’a konuştu. Pek çoğunun kitap olarak yayımlandığı ünlü röportajlardan ikisi daha önce “Propaganda ve Toplumsal Zihin” ve “Dünyayı Kim Yönetiyor” adlarıyla Türkçe’ye kazandırılmıştı.

İçinde bulunduğumuz zamanın en aşikar kabusu olan Ukrayna'daki savaş ve küresel etkilerinden doğru ilerleyelim. Ama önce küçük bir arka plan bilgisi: Başkan George Bush'un o zamanki Sovyet lideri Mihail Gorbaçov'a NATO'nun "doğuya doğru bir milim (inç)" ilerlemeyeceği yönünde verdiği teminatla başlayalım. Bu vaadin sağlaması yapılmıştı. Gorbaçov bu teminatı neden yazılı olarak almadı?

Bu teminatı centilmenlik anlaşması olarak kabul etti, ki bu yöntem diplomaside çok da nadir değildir. El sıkışma yöntemi. Ayrıca, kâğıt üstünde olması da pek bir şeyi değiştirmez. Kâğıt üstünde olan anlaşmalar da hep yırtılıp atılmıştır. Burada önemli olan karşılıklı güvendir. Ve aslında Bush, yani ilk (baba) Bush, anlaşmaya açıkça saygı göstermişti. Hatta iş, Avrasya ülkelerine yer veren bir barış ortaklığı kurmaya kadar ilerledi. NATO lağvedilmeyecek ancak marjinalleştirilecekti. Örneğin, Tacikistan gibi ülkeler NATO'nun resmi bir parçası olmadan buraya katılabilecekti. Ve Gorbaçov bunu onayladı. Bu, hiçbir askeri müttefiki olmayan ortak bir Avrupa yurdu olarak tanımladığı perspektifi yaratmaya dönük bir adım olacaktı.

Clinton iktidarının ilk birkaç yılında bu taahhüde bağlı kaldı. Uzmanlar, Clinton'ın 1994'e doğru ağzının iki tarafından konuşmaya başladığını değerlendiriyor. Ruslarla “Evet, biz anlaşmaya uyacağız” diye konuşurken, ABD'deki Polonyalı topluluğuna ve etnik azınlıklara ise "Endişelenmeyin, sizi NATO'ya dahil edeceğiz" diyordu. 1996-97'ye kadar, Clinton bunu 1996'da seçimleri kazanmasına yardımcı olduğu Rus Başkan Boris Yeltsin'e de oldukça açık bir şekilde ifade ediyordu. Yeltsin'e şöyle dedi: Bu NATO meselesini çok zorlama. Genişleyeceğiz ancak ABD'de etnik oylar nedeniyle buna ihtiyacımız var.

1997'de Clinton Visegrad diye adlandırılan ülkeleri - Macaristan, Çekoslavakya ve Romanya - NATO'ya katılmaya davet etti. Ruslar bu durumdan hoşlanmadı ama fazla da üzerinde durmadı. Sonra Baltık ülkeleri katıldı, yine aynı şey. 2008 yılında ilkinden oldukça farklı olan ikinci Bush, Gürcistan ve Ukrayna'yı NATO'ya davet etti. Her ABD'li diplomat Gürcistan ve Ukrayna'nın Rusya için kırmızıçizgi olduğunu gayet iyi kavramış durumdadır: Başka bir yere doğru yayılmaya ses çıkarmayabilirler ancak buralar jeo-stratejik can damarlarıdır ve buralara yönelik bir yayılmayı tolere etmeyeceklerdir. Hikayeye devam etmek gerekirse, 2014 yılında patlak veren Maidan ayaklanmasının ardından Rusya yanlısı başkan (Viktor Yanukoviç) görevinden alındı ve Ukrayna batıya yöneldi.

2014 yılından itibaren ABD ve NATO Ukrayna'ya silah göndermeye başladı - ileri silahlar, askeri eğitim, birleşik askeri tatbikatlar, Ukrayna'yı NATO askeri komutasına entegre edecek hamleler. Bu sır değil. Oldukça açık bir konuydu. Son zamanlarda, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg bununla övünüp şöyle diyordu: 2014'ten beri bunu yapıyorduk. Tüm bunlar elbette bilinçli ve yüksek düzeyde provokatif adımlardı. Hiçbir Rus liderin kabul edemeyeceği hamlelerle ihlal ve tecavüzleri sürdürdüklerinin gayet iyi farkındaydılar. Fransa ve Almanya bunu 2008 yılında veto etti, ancak yine de bu ABD'nin baskısıyla hep gündemde tutuldu. Ve NATO, yani ABD; Ukrayna'nın NATO askeri komutasına de facto (fiilen) bir şekilde entegre edilmesini hızlandırmaya çalıştı.

Volodimir Zelenski 2019’da ezici bir çoğunlukla seçildi - sanırım oylarının yaklaşık yüzde 70'ini, sorunu çözmek adına Doğu Ukrayna ve Rusya ile barışı hayata geçirme yönünde bir plan olan barış platformu üzerinden aldı. Onun üzerinden ilerlemeye başladı ve Minsk 2 Anlaşmasını uygulamak için aslında Rus güdümlü bir bölge olan Donbass'a gitmeye çabaladı. Bu, Donbass'a bir derece özerklik verilen bir şekilde Ukrayna'nın federalize olması anlamına gelecekti, istedikleri de buydu. İsviçre veya Belçika gibi bir şey. Bu yönde çalışmalarında ısrarcı olursa onu öldürülmekle tehdit eden sağcı milislerce engellendi.

Cesur bir adam. ABD'den destek görse, ileri gidebilirdi. ABD reddetti. Ne destek geldi ne başka bir şey, dımdızlak yarı yolda bırakıldı ve vazgeçmek zorunda kaldı. ABD, Ukrayna'yı adım adım NATO askeri komutasına entegre etme politikasında kararlıydı. Başkan Biden seçildiğinde bu daha da hızlandı. Eylül 2021'de Beyaz Saray'ın web sitesinde bunu okuyabilirdiniz. Bu, raporlanmadı ama elbette Ruslar bunu biliyordu. Biden, hükümetinin NATO üyeliği için hazırlıkları "hızlandırma programı” diye tanımladığı bir sürecin parçası olan askeri eğitim, tatbikat ve daha fazla silahlandırma çalışmalarıyla hızlanan birleşik bir program duyurdu.

Kasım ayında bu iyice hızlandı. Bunların hepsi işgal öncesiydi. Dışişleri Bakanı Antony Blinken, bu düzenlemeyi resmileştirip genişleten bir sözleşme imzaladı. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, işgal öncesi ABD'nin Rusların güvenlik kaygılarını tartışmayı reddettiğini itiraf etti. Tüm bunlar arka planın bir parçasıydı.

24 Şubat'ta Putin kriminal bir işgal başlattı. Bu ciddi provokasyonlar hiçbir şekilde bunu haklı çıkarmaz. Putin bir devlet adamı olsaydı, yapacağı şey oldukça farklı olurdu. Fransa Başkanına geri gider, taslak teklifini ele alarak ortak bir Avrupa yurduna doğru adım atmak adına Avrupa'yla anlaşmaya çalışırdı.

Elbette ABD de buna hep karşıydı. Bu, soğuk savaş tarihinde Fransa Başkanı De Gaulle'ün bağımsız bir Avrupa kurma yönünde inisiyatiflerine kadar gider. "Atlantik'ten Urallara" ifadesinde ticaret ve güvenlik gibi bilinen sebeplerle tam da doğal bir bütünlük olarak Rusya'yı Batı'ya entegre ediyordu. Bu nedenle, Putin'in dar çemberi içinde devlet adamı olsaydı, Macron'un inisiyatiflerine tutunur ve Avrupa'yla entegre olarak krizden kaçınmayı denerdi. Bunun yerine, Putin'in seçtiği şey, Rus bakış açısından tam bir ahmaklıktı. İşgalin kriminalliği dışında, Avrupa'yı ABD'nin cebinin derinliklerine sürükleyen bir politikayı tercih etti. Aslında İsveç ve Finlandiya'yı bile NATO'ya katılmaya teşvik etti ki bu da Rus bakış açısından işgal suçu ve bu nedenle Rusya'nın yaşadığı kayıplar dışında en kötü muhtemel sonuçtu.

Yani Kremlin cephesinde kriminallik ve aptallık, ABD cephesinde ise ciddi provokasyon söz konusu. İşte yaşadığımız duruma yol açan arka plan bu. Bu korkuyu sonlandırabilir miyiz? Yoksa bunu sürdürmeye mi çalışmalıyız? Bunlar seçenekler.

Bu savaşı sonlandırmanın tek bir yolu var. Bu da diplomasi. Diplomasi, tanımı gereği her iki tarafın da bunu kabul etmesi anlamına geliyor. Bunu sevmiyorlar ancak en az kötü seçenek olarak kabul ediyorlar. Putin'e bir tür kaçış alanı sunuyor. Bu bir ihtimal. Diğeri ise sürüncemede bırakmak, herkesin ne kadar acı çektiğini, kaç Ukraynalı'nın öldüğünü, Rusya'nın ne kadar zarar gördüğünü, kaç milyon insanın Asya ve Afrika'da açlıktan öleceğini, iklimin yaşanabilir bir insani varoluş için imkan bırakmayacak noktaya kadar ısınmasına ne kadar yaklaşılacağını görmek olacaktır. Seçenekler bunlar. ABD ve Avrupa'nın çoğu nerdeyse yüzde 100 oybirliğiyle diplomasisiz seçeneği seçti. Bu kısmı apaçık ortada. Rusya'nın canını acıtmaya devam etmek zorundayız.

Tüm Avrupa'da, New York Times'dan Londra merkezli Financial Times'dan makaleler okuyabilirsiniz. Ortak nakarat şu: Rusya'nın canının yandığından emin olmak zorundayız. Ukrayna'ya veya başka yerlere neler olduğu ise umurumuzda değil. Elbette bu kumar; Putin’in yenilgiyi kabul etmeye zorlanacağı bir sınıra çekilirse yenilgiyi kabul edeceği ve Ukrayna'yı yok edecek silahları kullanmayacağı varsayımına dayanıyor.

Rusya'nın yapmadığı çok şey var. Batılı analizciler buna hayret ediyor. Tek tek söylemek gerekirse, Polonya'dan Ukrayna'ya silah taşıyan tedarik hatlarına saldırmadı. Bunu kesinlikle yapabilirlerdi. Bu, onları kısa süre içinde NATO yani ABD'yle direk karşı karşıya gelmeye götürürdü. Oradan nereye gider, tahmin edebilirsiniz. Hayatında bir kez olsun savaş oyunlarına bakmış olan herkes bunun nereye varacağını bilir- nihai bir nükleer savaşa...

İşte, bunlar Rusya'yı acı çektirip zayıflatmak için Ukraynalılar, Asyalılar ve Afrikalıların canlarıyla ve hatta uygarlığın geleceğiyle oynadığımız oyunlar. Bu oyunu oynamak istiyorsanız, dürüst olun. Bunun ahlaki bir dayanağı yok. Hatta ahlaki olarak korkunç bir şey. İlkeyi nasıl savunduğumuz konusunda burnu havada olan insanlar da, neye dahil olunduğu düşündüğünde ahlaki budala durumundalar.

Medyada, ABD’de ve muhtemelen Avrupa'daki politik kesim içinde, Rus barbarlığı, savaş suçu işlendiği ve bir vahşet süreci yürütüldüğüne dair çok fazla ahlaki tepki görüyoruz. Her savaşta olduğu gibi bu savaşta da elbette sert gelişmelere tanık oluyoruz. Sizce de bu yaygın ahlaki öfke biraz seçici değil mi?

Gösterilen bu öfke bence oldukça yerinde. Ahlaki bir öfke elbette geliştirilmeliydi. Fakat Güney Yarım Küre'ye sorduğunuzda bu yansıtılanlara çok da itibar etmeyeceklerdir. Elbette savaşı kınayacaklardır. Onlara göre de, bu yaşananlar acı dolu, saldırganlık içeren suçlar barındırıyor. Fakat Batı'ya, "Siz neden bahsediyorsunuz? Bize karşı her zaman yaptığınız şey de bu" demekten de geri durmayacaklardır.

Yorumlar arasında oldukça şaşırtıcı farklar da var. New York Times'ı ve onların büyük düşünürü Thomas Friedman'ı da okuyoruz. Birkaç hafta önce, umutsuzluk nidaları içeren, adeta ellerini havaya kaldırırcasına bir köşe yazısı yazdı. Şöyle diyordu: "Ne yapacağız? Savaş suçlularıyla dolu olan bu dünyada nasıl yaşayacağız? Böylesini Hitler'den beri hiç yaşamamıştık. Rusya'da bir savaş suçlusu yaşıyor. Nasıl davranacağımız konusundaki tavrımız da net değil. Her yerde her an bir savaş suçlusu türeyebileceği fikrini hep göz ardı ettik."

Güney Yarım Küre'de yaşayan insanlar bunları duyduğunda, gülmekten ve kendileriyle dalga geçildiğini düşünmekten kendilerini alamıyorlar. Onlar açısından Washington'un her köşesi savaş suçlularıyla dolu. Aslında savaş suçlularıyla nasıl başa çıkacağımızı da biliyoruz. Bu yaşananlar Afganistan'ın işgalinin yirminci yıldönümünde gerçekleşti. Unutmayın, bu işgal de dünya kamuoyunun şiddetle karşı çıktığı, tamamen akla mantığa sığmayan bir işgaldi. Washington Post'un yaşam tarzı bölümünde, Irak'ı işgal etmeye devam eden savaş suçlusu George W. Bush ile de bir röportaj yapılmıştı. Kendi tanımlarına göre bu sevimli aptal büyük baba ile yapılmış dostane bir röportajdı. Torunlarıyla oynuyor, şakalar yapıyor, tanıştığı ünlülerin portrelerini sergiliyordu. Röportajdaki ortam da oldukça güzel ve samimiydi!

Thomas Friedman yanlış düşünüyor. Aslında savaş suçlularının hakkından nasıl geleceğimizi biliyoruz. Onların hakkından gayet iyi geliyoruz.

Ya da çağdaş dünyanın en büyük savaş suçlusu Henry Kissinger'ı ele alalım. Ona sadece kibarca değil, büyük bir hayranlıkla yaklaşıyoruz. Bu adam Kamboçya'nın bombalanması gerektiğini söyleyen ve Hava Kuvvetlerine emri ileten adamın ta kendisiydi. "Hareket eden her şey bombalanacak" da onun bizzat kullandığı ifadeydi. Kitlesel soykırım çağrısının arşiv kaydında karşılaştırılabilir başka bir örnek bilmiyorum. Kamboçya'nın yoğun bir şekilde bombalanmasıyla söyledikleri de hayata geçirildi. Kendi suçlarımızı araştırmadığımız için elbette pek bir şey de bilmiyoruz. Ancak Kamboçya'nın ciddi tarihçileri Taylor Owen ve Ben Kiernan bunu ifade ettiler. Sonra Şili'de Salvador Allende hükümetini devirme ve orada kısır bir diktatörlük kurma rolümüzü atlayamayız. Özetle, kendi savaş suçlularımızla nasıl başa çıkacağımızı elbette biliyoruz.

Thomas Friedman niyeyse tüm bunların Ukrayna'da yaşananlar kadar acı olduğunu göz ardı ediyor. Yazdıklarına dair herhangi bir yorum yapılmadı, bu da oldukça makul şeyler yazdığı anlamına geliyor. Seçicilik kelimesini kullanmak çok doğru olmaz. Şaşırtıcı olansa bunun çok daha ötesi bir yaklaşım sergileniyor. Yani, evet, ahlaki öfke mükemmel bir şekilde yerinde gösteriliyor. Öte yandan, Amerikalıların sonunda bir başkası tarafından işlenen büyük savaş suçları hakkında biraz öfke göstermeye başlaması da güzel bir gelişme.

Sizin için küçük bir bilmecem var. İki kısımdan oluşuyor. Rusya’nın ordusu acemi ve yetersiz. Askerlerinin çok düşük motivasyonu var ve ordu yönetimi zayıf. Ekonomisi İtalya ve İspanya’yla aynı sırada. Bu, bilmecenin bir kısmı. Diğer kısmı ise, Rusya bizi ezip geçmekle tehdit eden bir askeri devdir. Öyleyse daha fazla silaha ihtiyacımız var. NATO’yu genişletelim. Bu iki çelişkili düşünceyi nasıl uzlaştırıyorsunuz?

Bu iki düşünce tüm Batı’da standarttır. İsveç’te NATO’ya katılma planlarına ilişkin uzun bir röportaj yaptım. İsveçli liderlerin iki çelişkili fikri olduğuna işaret ettim, bu ikisi sizin bahsettikleriniz. Biri, Rusya’nın çoğunlukla yurttaşlardan oluşan bir ordu eliyle savunulan sınırdan birkaç mil içerdeki şehirleri işgal edemeyen kâğıttan bir kaplan olduğunu kanıtlamasını zevkle seyrediyoruz. Öyleyse onlar askeri olarak tamamen yetersiz. Diğer düşünce ise, onlar Batı’yı işgal edecek ve bizi yerle bir edecek.

George Orwell böyle durumlar için doublethink (çiftdüşün) kavramını kullanırdı, yani aklında iki tezat fikri bulundurma ve her ikisine birden inanma kapasitesi. Orwell hatalı bir şekilde, bunun sadece 1984’te hicvettiği ultra-totaliter devlette olabilecek bir şey olduğunu düşünmüştü. Yanlış düşünüyordu. Bu durumu özgür demokratik toplumlarda da yaşayabilirsiniz. Biz şimdi bunun dramatik bir örneğini görüyoruz. Bu arada bunun ilk kez yaşanmadığını da belirtelim.

Bu tür bir çiftdüşün örneğin Soğuk Savaş düşünce tarzının karakteristik özelliğidir. O yılların temel Soğuk Savaş Belgesi olan 1950 yılındaki NSC-68’e (Ulusal Güvenlik Konseyi politika belgesi) gidebilirsiniz. Buna dikkatlice bakın ve ABD’nin dışında tek başına Avrupa’nın da askeri olarak Rusya’yla aynı değerde olduğunu göreceksiniz. Ancak elbette bizim yine de Kremlin’in dünyayı işgal tasarımına karşı büyük bir yeniden silahlanma programımızın olması gerekiyor.

Bu bir belge ve bilinçli bir yaklaşımdı. Yazarlarından biri olan Dean Acheson daha sonraları hükümetin kitle aklını zorlamak için “hakikatten daha açık” olunması gerektiğini söyleyecekti. Bu devasa askeri bütçeyi aklamak istiyoruz, bu yüzden dünyayı işgal etmek üzere olan bir köle devlet uydurarak “hakikatten daha açık” olmamız gerekiyor. Soğuk Savaşı yöneten düşünme biçimi buydu. Başka pek çok örnek verebilirim, zaten şimdi bunu oldukça dramatik bir şekilde yeniden görüyoruz. Ve meseleyi ortaya koyuş biçiminiz doğru: bu iki fikir Batı’yı tüketiyor.

George Kennan’ın 1997 yılında New York Times’da yayımladığı öngörülü köşe yazısında NATO’nun sınırlarını doğuya doğru ilerletme tehlikesini öngörmesi de oldukça ilginç

Kennan aynı zaman da NSC-68’e de karşı olmuştu. Aslında o Dışişleri Bakanlığı Politika Planlama Direktörüydü. Ardından kovuldu ve yerine Paul Nitze geldi. Böyle sert bir dünya için çok yumuşak olduğu düşünülüyordu. Esasında şahin bir anti-komünist olan Kenan, ABD’nin pozisyonlarına dair oldukça acımasızdı, ancak Rusya’yla askeri olarak karşı karşıya gelmenin bir anlamı olmadığının farkına varmıştı.

Rusya’nın nihayetinde iç çelişkilerden doğru çökeceğini düşünüyordu ki bu da doğru çıktı. Ancak hep güvercin olarak düşünüldü. 1952 yılında, Almanya’nın NATO askeri ittifakı dışında birleşmesinden yana tutum aldı. Bu, aslında Sovyet lider Stalin’in de teklifiydi. Kennan Sovyetler Birliği elçisi ve bir Rusya uzmanıydı.

Stalin’in inisiyatifi. Kennan’ın teklifi. Bazı Avrupalılar bunu destekledi. Bu Soğuk Savaş’ı bitirebilirdi. Hiçbir askeri blokun parçası olmayan tarafsız bir Almanya anlamına geliyordu. Bu teklif Washington’da neredeyse tamamen yok sayıldı.

Bu konu hakkında bir kitap yazan, James Warburg adında saygın bir dış politika uzmanı vardı. Okumaya değerdir. Adı “Barışın Anahtarı Almanya” (“Germany: Key to Peace”). Kitapta bu fikrin ciddiye alınması gerektiğini ileri sürdü. Yok sayıldı, görmezden gelindi ve kendisiyle dalga geçildi. Bundan ben de birkaç kez bahsettim ve bir çılgın olduğum düşünüldü ve benle de dalga geçildi. Stalin’e nasıl inanabiliyorsun? Arşivler ortada. Açık bir şekilde ciddi olduğu ortaya çıktı. Şimdilerde Melvin Leffler gibi önde gelen Soğuk Savaş tarihçilerini okuyorsunuz, onlar da o zamanlar barışın tesis edilmesi için gerçek bir fırsat olduğunu kabul ediyorlar; ancak bu fırsat militarizasyon ve askeri bütçenin genişlemesi lehine reddedildi.

Şimdi, Kennedy hükümetine gidelim. John Kennedy iktidara geldiğinde, o dönemler Rusya’yı yöneten Nikita Kuruşçev, saldırgan askeri silahların geniş çaplı bir şekilde karşılıklı olarak azaltılması yönünde önemli bir teklifte bulundu; bu gerilimin kesin bir şekilde azaltılması anlamına gelecekti. ABD o zamanlar askeri açıdan açık ara öndeydi. Kuruşçev Rusya’nın yönünü ekonomik kalkınmaya doğru çevirmek istedi ve bunun zengin bir düşmanla askeri bir karşılaşma bağlamında mümkün olmadığını anladı. Bu nedenle, teklifi ilk olarak Başkan Dwight Eisenhower sundu; yanıt alamadı. Sonrasında aynı teklif Kennedy’ye yapıldı ve onun hükümeti ise ABD’nin askeri açıdan açık ara önde olduğunu bilmelerine rağmen bu teklife, barış zamanında tarihin en büyük askeri gücünü inşa ederek cevap verdi.

ABD “füze açığı” kurgusunu (“missile gap”- Çn. ABD’nin Soğuk Savaş sırasında Sovyet Rusya’nın füze cephanesinin kendilerininkinden daha yüksek olduğu kurgusu) tertipledi. (Buna göre) Rusya füzelerdeki avantajıyla bizleri yerle bir etmek üzereydi. Füze açığı ortaya çıktığında ise, bu açığın ABD’nin füze sayısının lehine bir durum olduğu ortaya çıktı. Rusya’nın bir hava üssünde belki dört adet füzesi vardı.

Bu şekilde gidiyor. Örnekler arttırılabilir. Nüfusun güvenliği politikacıların kaygısı değildir. İmtiyazlıların, zenginlerin, şirketlerin, silah üreticilerinin güvenliği evet, ama geri kalanımızın değil. Bu çiftdüşün daimidir, bazen bilinçli bazen bilinçsizdir. Tam da özgür bir toplumda Orwell’ın tarif ettiği hiper-totalitarizme denk düşer.

Truthout’ta yayımlanan bir yazınızda, Eisenhower’ın 1953 “Demir Haç Nişanı” konuşmasına yer veriyorsunuz. Bu konuşmada neyi ilginç buldunuz?

Okumalısınız, neden ilginç olduğunu göreceksiniz. Yaptığı en iyi konuşmadır. İktidara gelirken yıl 1953’tü. Temel olarak, vurguladığı şey militarizasyonun toplumumuza devasa bir saldırı olduğuydu. O – veya bu metni kim yazdıysa- oldukça zarif bir şekilde ortaya koyuyor. Bir jet uçağı daha az okul ve hastane demektir. Askeri bütçemizi inşa ettiğimiz her zaman, esasında kendimize saldırıyoruz.

Detaylı bir şekilde bunu telaffuz etmiş ve askeri bütçenin azaltılması çağrısında bulunmuştur. Kendisinin bu konuda sicili kötü olmakla birlikte, bu anlamda hedef konusunda haklıydı. Ve tüm bu sözler herkesin hafızasına kazındı. Aslında son zamanlarda Biden büyük bir askeri bütçe önermiştir. Kongre bu teklifi onun isteğinin de ötesine genişletmiştir. İşte bu da Eisenhower’ın yıllar önce anlattığı gibi toplumumuza bir saldırıyı temsil etmektedir.

Bahanesi: Sınırlarının birkaç mil ötesine geçmeye bile askeri anlamda dermanı olmayan bu kâğıttan bir kaplandan kendimizi korumamız gerekiyor. Bu nedenle, devasa bir askeri bütçeyle, karşı karşıya kaldığımız varoluşsal krizlerle başa çıkmak için gerekli olan kaynakları boşa harcayarak kendimize ağır bir şekilde zarar verip gezegeni tehlikeye atmak zorunda kalıyoruz. Bu arada, vergilerimizi, dünyayı mümkün olduğunca hızlı bir şekilde yok etmeye devam edebilsinler diye, fosil yakıt üreticilerinin ceplerine aktarıyoruz. İşte fosil yakıt üretimi ve askeri harcamaların genişlemesiyle tanıklık ettiğimiz şey budur. Bundan mutlu olan insanlar var. Lockeed Martin, ExxonMobil’in merkezlerine gidin. Zevkten dört köşeler. Bu onlar için talih kuşu. Bunun için kendilerine krediler veriliyor. Gezegende yaşam imkânını yok ederek uygarlığı kurtardıkları için kendilerine methiyeler düzülüyor. Küresel Güney’i zaten unutun. Uzaylıları hayal edin, varlarsa, tamamen çıldırdığımızı düşünürler. Ve (bu durumda uzaylılar) haklı olacaklardır.

BirGün Çeviri Kolektifi tarafından TomDispatch’ten çevrilmiştir.