Olaylar sıcakken yazmak her zaman zor. Korona ile ilgili ilk zamanlar yazılanlara bakınca, güncellemelere muhtaç pek çok bilgi ve bakış açısı göze çarpıyor. Ama şu da bir gerçek ki, durmaya izin vermeyen bir akış söz konusu. Her şey ‘an’da ve ‘anlık’ olup bitiyor. Şimdi gündemde mafya-devlet ilişkisi üzerine tartışmalar var; öncesinde hayal satıp bitcoin borsasıyla dolandırıcılık yapanlar... Daha pek çok konu, olay, durum… Bir yandan sokağa çıkma yasağı varken şampiyonluk kutlamaları, protestolar… Her şey ‘an’da ve ‘anlık’ olup bitiyormuş gibi. Bu şiddetli ‘akış’ın nedeni, kesinlik ve sınırlardan yoksunluk. Önceki yazılarımda bahsettiğim toplumsal bağların ve simgelerin çözülmesi, nasıl ki ‘olma’yı güçleştiriyorsa, bu şiddetli akış da içerisi ve dışarısını birbirine katarak her şeyi belirsizliğe mahkûm ediyor.

DÜNYADAKİ YERİMİZ

Bir salgın gibi kaygının da yayılma hızı, akışın şiddetlenmesi ve belirsizliklerle artıyor. Ama ilginçtir, bütün bu meselelerin temelinde değişmeyen ve kaygıyı kontrolden çıkaran şey, kişilerin dünyadaki yerlerini bilememesi ve başkalarıyla yaşadıkları etkileşimler... Yani ‘olmak’la ilgili meselelerden kaynaklı bir kaygı durumu.

Salecl, ‘Kaygı Üzerine’ adlı kitabında, kişisel gelişim endüstrisi ve medyadaki konu başlıklarına bakarak şöyle sınıflandırmış kaygı meselelerini:

1- Yeterince (para, aşk vs.) yok.

2- Beni sevmekten vazgeçecekler (yani reddedilme korkusu).

3- Devam edemeyecek kadar güzel.

4- Ortaya çıkacak (yani başkaları numara yaptığımı anlayacak).

5- Hayatımın bir önemi yok (yani kendime nasıl bir miras oluşturabilirim).

Kişisel gelişim endüstrisinin bu kaygılarla baş etmek için önerileri de, “Ben mutluluğu hak ediyorum” yazısı yazıp masanın üstüne veya aynanın önüne koymak, pozitif düşüncelere odaklanmak vs...

SINIRSIZLIK

Artık kişinin dünyadaki yerini tayin etmesi güç, çünkü isterse her şey olabileceğine dair bir propaganda ve haseti kışkırtan medya etkisinde. Hatırlıyorum da, bir öğretmen çocuğu olarak yoksul sayılırdım ve ailemden aldığım kültürle yoksulluğumdan hiç utanmadım. Babamın, bir köy çocuğu olarak hangi koşullarda okuduğunu bir kahramanlık destanını dinler gibi büyüdüğüm için belki de. Yakışıklı ya da güzel olmak da verili bir şeydi ve kendi fiziksel özelliklerimle takıntılı bir biçimde uğraşmamıştım. Eldeki malzeme buydu ve önemli olan bu malzemeyle neler yapacağımdı. Ama şimdi öyle değil. Örneğin, Body Dysmorphic Disorder denilen kaygı rahatsızlığı, yani kişinin gerçekte olmayan ama var olduğunu sandığı bir bedensel kusur ile aşırı uğraşması ya da bir beden kusuru varsa bile bunu aşırı abartması durumu, günümüzde öylesine artmış durumda ki... Hep başkalarına göre yaşama, davranma, hissetme, başkaları tarafından arzulanma arzusu... Ancak o zaman var olduğunu ve değerli olduğunu hissedecek.

YENİDEN YARATMA ARZUSU

Dünyadaki yerlerini beğenmeyenler ya da yerlerini bulamayanlar, kendilerini her anlamda ‘yeniden yaratma arzusu’ içinde, bedensel ve ruhsal... Sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da temel meselelerinden birisi olan kamplaşma da bu meseleyi karmaşıklaştırıyor, gerçekliği parçalayarak. Muhafazakârlık, küreselleşme, dijitalleşme ve hız yanılsamasına neden olan şiddetli akış karşısında dağılma endişesine karşı bir refleks olarak güçlenmişti toplumlarda, dünyadaki yerini verili olan kimliğe sıkı sıkıya sarılarak edinme telaşıyla. Ama şimdi gelinen noktada, orası da çeşitli ikiyüzlülükler ve sahteliklerle eski direncini koruyamıyor. Z kuşağı diye tarif edilen yeni kuşaklar, bu parçalanmış gerçekliğin içinde kendi yollarını arıyorlar ve işleri önceki kuşaklara göre daha zor; çünkü bütün bu belirsizliklerle ve hayal kırıklıklarıyla baş etmeleri gerekiyor öncelikle.

BAŞKALARININ ONAYI

‘Olmak’la ilgili temel mesele, Salecl’in de Lacan’ı anarak altını çizdiği gibi ‘ben ideali’ ile ‘ideal ben’ arasındaki ayrımda gizli. ‘Ben ideali’, toplumsal simgeyle ilgili, yani kendi kültüründe saygı gören otorite veya ideallerle özdeşleşir kişi. Diğeri, ‘ideal ben’ ise, kişinin kendisiyle, kendisine hoş görünecek biri olma arzusuyla ilişkili. Toplumsal simgeler çözülünce ya da toplumsal simgelerin yerini alan medyanın ‘ideal ben’ yerine ‘ben ideali’ni teşvik eden tutumu, kişiye kendi kusursuz versiyonunu yaratma görevi yükleyebilir. Zaten kişisel gelişim endüstrisi, diyetisyenlik ve estetik cerrahi gibi alanların yükselişi de bu arzunun sonucu.

Luce Irigaray’ın kendi yoga tecrübesinden bahsettiği ‘Yeni Enerji Kültürü’ adlı kitabı, yoga, meditasyon gibi uygulamaların artmasının ‘olmak’la ilişkili sorunları çözmek konusundaki işlevinden bahsediyor. Irigiray’a göre, kültürümüz çoğunlukla bizi arzularımız karşısında bir bilmeme durumunda, bir çocuk konumunda tutar, yetişkinlere özgü arzu paylaşımına ulaşamayız. Yetişkinlere özgü o arzuyu, bedensel ve ruhsal açıdan özerk bir hale gelerek, başkalarının onayına ve arzusuna bağımlı olmaktan kurtulduğumuz zaman ulaşabileceğimizi söylüyor Irigaray: “Kendi varoluşumuzu üstlenip onaylamaktansa başka-ları üzerinden ve başkaları sayesinde yaşamayı sürdürürüz.” Ama sorun da burada değil mi, başkalarının onayı olmayacaksa, biz kendi kendimizi neye göre onaylayacağız? Bu yüzden Italo Calvino’nun yazılarında bahsettiği Genel Ahlaki Devrim’e ya da Franco Berardi’nin bahsettiği yeni tür siyasallaşmaya ve yeni bir kültürel atmosfere ihtiyaç var.