Başlangıçta tek tanrılı dinlerin inancı devrimciydi; mevcut köle düzenine karşı bir başkaldırı niteliği taşıyordu

Aklı kullanma cesareti

BÜLENT EFE

Başlangıçta tek tanrılı dinlerin inancı devrimciydi; mevcut köle düzenine karşı bir başkaldırı niteliği taşıyordu. Musa kavmini dışlanmışlıktan ve angaryadan kurtarıp onlara yeni bir yurdun yolunu gösterdi. Kendisi vaat edilmiş toprakların sınırında can verdi. İsa tüm insanlığa kardeşliği, sevgiyi ve eşitliği mesaj olarak sunmuştu.  Sezar sikkelerinin avuçlarını sımsıkı bağladığı kavmine azla yetinmelerini, ruhani değerlere önem vermelerini öğütlüyordu. İslam’ın mesajı da farklı değildi, efendi ve köle arasındaki duvarları kaldıran, aynı mekânda aynı yaratana secde eden bir birlik arayışı dillendirildi.

İnançlar iktidarın kötücül meyvesini tadınca yeni bir sömürü biçimi oluşturmanın en etkili yolu haline geldi. Artık hükümdar tanrısal otoritenin yeryüzündeki simgesi sayılıyordu. Sultan Süleyman, Constantin ya da Muaviye… Fetihlerle diğer kavimleri boyunduruk altına alıyorlar, despotça yönetimler altında kendi toplumlarına yön verip yaptıklarının “kutsal doğru” sayılmasını sağlıyorlardı.

İlk günahla lekelenen ruhların kurtuluşu otoriteye saygıdan geçiyordu.

Aydınlanma Çağı’nda ise doğaya dönüş ve mutluluk arayışı egemen oldu. İnsan doğası doğuştan kusurlu değildi, kurtuluşu çile yolunda değil mutluluk arayışında saklıydı. Tutkuyu lanetleyen Hıristiyan öğretisine karşı çıkılıyor, yeryüzündeki dünyada sevincin ve huzurun gelişmeyle bulunabileceği savunuluyordu. İnsan tutkularının peşinden gitmeliydi.
Filozoflar artık militanca görüşleri için gözü kara tartışmalara giriyorlardı. Dünyayı açıklamakla yetinmiyorlar, onu dönüştürüp güzelleştirmek için doğal yasalar üretmek için çabalıyorlardı. Edebiyat ve felsefe bir ortaklığa girişmiş, köhne düşünceleri insan zihninden kovmak adına hareket ediyordu.

Kant, aydınlanma düşüncesinin kurucu ilkesi olan akıl konusunda şöyle diyordu: “Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır. ‘Sapere Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster!’ sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.”

Diderot’un Encyclopédia’sı yeni insana bu çaba için bir kılavuz verme gayretiyle oluşturuldu. Burjuvazi monarşiyi alt etmek için entelektüellerle işbirliği içindeydi. Tıpkı devrimci peygamberler gibi başlangıçta yeni bir toplumsal düzen oluşturmak amaç edinilmişti. Burjuvalar iktidarı ele geçirdiklerinde ise diğer toplumsal sınıflar üzerinde despot bir yönetim ortaya koymaktan çekinmeyeceklerdi.

Aydınlanma Çağı’nda birbirinden farklı düşünceler filizlendi: Yaradılışçı akım(Voltaire), inançlı maddecilik(Diderot), eşitlik ve toplumsal adalet kaygısı(Rousseau). İdeologlar ise kuramla pratik arasında bağ kurarak toplumun bütün yapısını kökten değiştirmeyi amaçladılar.

Kolektif akıl gelişirken, tepki olarak “ben” duyarlılığı da arttı. Toplum Sözleşmesi’nde Rousseau, tek bir varlığın gerçek ifadesini örnek verdi.
Çocukluğa ve geçmişe dönüş, her türlü edebi yaratıcılığın asıl kaynağıydı.

Voltaire, Rousseau’yu iyi vahşi mitosunu övüp doğal yaşama dönmek istemekle suçlar. Rousseau, bunu dillendirmedi, onun gözünde ilerlemenin iki yönü bulunuyordu. Medeniyetin aldığı yol ahlakı bozmuş, toplumlar ve insanlar arasındaki doğal uyumu bozmuştu. Mülkiyetin korunmasını öğütleyen eski ve yeni düzen ve bunların sanatla sergilenmesi bütün olumsuz yönleri içinde barındırıyordu. Bireysel yükselme hırsı, zenginlik elde etmek için uygulanan yöntemler, sosyal hareketlilik eşitsizlikleri daha da büyütüyor, salt kimliğin yitirilmesine neden oluyordu.

Bilgi artık sadece bir sınıfın elinde toplanıyordu. Entelektüelleri ve bilim adamlarını destekleyen burjuvazi önlenemez bir şekilde toplumu şekillendirecek bütün gücün sahibiydi. Üstelik bu gücü gayri ahlaki yöntemlerle toplamasının da bir önemi kalmamıştı.

Rousseau yeni bir dil yarattı. “İkna etmeye çabalamadan inandıran, akıl yürüttüğünü belli etmeden anlatan… Konuşma yerine şarkı söyler gibi akıp giden…” bir dil. “Herkesin kalbindekileri okumasını” istiyordu. Bir bilince çağrıydı bu. Yitirilen birlik düşüncesine…
Aydınlanmanın ışığında ulusal edebiyatlar kurulacak, mili devletin temelleri atılacaktı.


Modern masal ve karşı masal
Rousseau, insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağını tanımladığı eserinde “doğa insanını” savundu. Bu kahramanın gelecek kaygısı yoktu, anlık ihtiyaçlarını doğa sınırsızca karşılamaya yeterdi. İyi ve kötü kavramı onun için anlamsızdır. Yalnızlığı içinde insancıl “doğa insanı”, Rousseau’nun “ben kimim?” sorusunu cevaplar gibidir.
Uygarlık insanlar arasında işbölümüne ve eşitsizliğe yol açmıştır. Tarih bir ilerlemeyi değil düşüşün öyküsünü anlatır.  İnsanın içindeki iyilik kendi doğası içinde aranmalıdır. Rousseau, kahramanı Emile’nin Robinson Crusoe okumasını arzular.

Yorklu Bir Denizcinin, Kendi Kaleminden, Deniz Kazası ile Düştüğü Amerika Sahillerindeki Oroonoque Nehri Ağzındaki Issız Bir Adada 28 Yılını Geçirirken Yaşadığı Serüvenler ve Korsanlar Tarafından Kurtarılması, kısaca Robinson Crusoe kitabı, İngiltere’de yaşayan Alman asıllı orta halli bir ailenin en küçük oğlu olan Robinson Kreutzner’in babasının tüm itirazlarına rağmen, dünyayı gezme hayalleri ile çıktığı yolculukları ve bu sırada karşılaştığı olayları anlatır. Bu yolculuklar içinde ıssız bir adada 28 senesini son üç yılı hariç yalnız geçirir.

İngiliz yazar Daniel Dofeo’nun ilham kaynağı aslında gerçek bir olaydı. 1700’lerin başında kaptanı tarafından bir adaya bırakılan İskoç denizci Alexander Selkirk’un hikâyeleri dilden dile dolaşıyordu. Selkirk’in sürgün bırakıldığı Isla Más a Tierra’nın  (Karaya daha yakın ada) adı, Dofeo’nun romanının anısına 1966 yılında Şili hükümetince Isla Robinsón Crusoe olarak değiştirildi.

Romanın ana teması insana duyulan iyimserlik ve insan iradesinin yüceltilmesiydi. Bütün umutları tükenmiş olsa da yalnız bir kişi bile kendi dünyasını emeğiyle kurabilir ve doğa içerisinde sonsuz bir zenginliğe kavuşabilir. Robinson “akıl defteri” tutarak kendi izini adaya kazır. Şehirlerin büyümesiyle köhnemiş, insanı yutan kötülük yuvası medeniyetten kopuş yeni bir başlangıç arayışının simgesi olur.

Ancak Marx’a göre “elli kilometrekaredeki devrim” inancı sakattır. Robinsonculuk tüm ütopyacıları etkilemiş, tarihin ilerlemesine güvenen toptan devrim düşüncesine sekte vurmuştur. Kendi yağıyla kavrulmaya çalışan kahraman önce kendini kurtarma peşine düşer. Bu girişimci kazazede ancak burjuvazinin kutsayabileceği sömürgeci bir kahramandır. Yerli halkı eğitme görevini üstlenir (Cuma, Robinson’dan İngilizce ve din dersleri alır), ülkesine döndükten sonra ada üzerinde sömürge valisi yetkilerini elde eder.
Dahası yazar, bu girişimci maceracının diğer serüvenlerinde anavatanı İngiltere’nin rakibi sayılan İspanyollar ve Portekizliler hakkında olumsuz fikirlerini okuyucuya sunar. Onun gözünde Çin de eğitilmesi ve kaynaklarından yararlanması gereken ıssız bir koca kıtadır.

İrlandalı yazar Jonathan Swift Robinson mitine olumsuz bir karşılık sunar. Gulliver’in Serüvenleri insan akılsızlığının ne denli kötü sonuçlara yol açacağını anlatır.
İmge zenginliği ile yarattığı dünyada Swift aslında gerçek dünyanın bir izdüşümünü oluşturur. Swift insanın inançlarıyla, fikirleriyle ve durmadan devam eden çabasıyla alay eder. Yasalar kimseyi koruyamaz, aksine insanları denetlemek için çıkarılır, durmaksızın artan bir bunaltıya neden olur. Ekonomi dünyası bir baskı aracıdır, bilim karmaşaya ve hatalı sonuçlara yol açar.

Swift insana karşı duyduğu nefreti Pope’a yazdığı mektupta sözcüklere dökmüştür: “Jean, Pierre ve Thomas’ı bütün kalbimle sevmeme rağmen, insan denen şu hayvandan nefret ediyorum.”