Muhalefetin ve toplumun önemli bir kısmı için önümüzdeki seçimlerin temel hedefi, nerede ise her alanda yıkım yaşatan mevcut iktidardan kurtulmak. Bu geniş kitlenin siyasi temsilini/önderliğini elinde bulunduran siyasi partiler bu değişim talebini öteden beri siyasi elitlerinin performansına ve oy verme gününe sıkıştırmış durumda. Diğer demokratik alanlar “iktidara yarar, mağduriyet propagandası yapar” gibi vehimlerle terk edilmiş, hatta iktidar tarafından kriminalize edilmesine razı olunmuş durumda.

İktidara muazzam bir manevra alanı bırakan bu tutumun seçimlere kalan sürede değişmesini beklemek gerçekçi olmayacaktır. Bu aşamada, yapılacak eleştiriler, süreci yüreği ağzında izleyen seçmen nezdinde de pek hoş karşılanmayacaktır. Ancak bu siyaset tarzının muhalefeti birçok alanda bir çeşit açmaza hatta kurt kapanına düşürdüğü de açık. İşte “kıyafet özgürlüğüne yasal güvence” amacıyla başlanılan girişimin iktidarın elinde koza dönüşmesi.

En son seçimleri doğrudan etkileyecek iki başlıkta yürüyen tartışmalara da muhalefetin yaklaşımı aynı oluyor. Birincisi, 6 Nisan’dan önce alınacak bir seçim kararında seçim yasalarındaki değişikliklerin uygulanıp uygulanmayacağı. İkincisi Erdoğan’ın aday olup olamayacağı. Muhalefet -özellikle altılı masa- her iki başlıkta da iktidarın yaklaşımını açıkça anayasaya aykırı gördüğü halde tepkisini düşük dozda tutuyor.

MAĞDUR PAYESİ

Kuşkusuz seçim propaganda sürecinin teknik anayasa ve seçim hukuku tartışmalarına sıkıştırılması doğru olmayacaktır. Ancak bu ağır hukuksuzluklara karşı çıkılması halinde Erdoğan’a yarayacağı, mağduriyet üzerinden propaganda yapılacağı kaygısı daha büyük sorunlara yol açacaktır. Her şeyden önce seçimi yönetecek YSK’yi ve diğer kurumları daha da pervasızlaştıracaktır. Tam da HDP’nin hukuk dışı bir şekilde hesaplarına bloke konulması ve kapatılma talebi AYM’nin önünde iken Anayasaya ve hukuka sahip çıkılması aynı zamanda seçim dinamiklerini de etkileyecektir. Sürekli sağduyusuna övgü dizilen seçmenin açıkça Anayasayı ihlal eden birine “mağdur payesi” vereceği ön kabulü öteden beri anlatmaya çalıştığım “siyasetin sağın kalıpları ile kurulduğunun” bir göstergesi. Siyasetin dönüştürücü ikna edici fonksiyonunun göz ardı edilmesidir.

Ayrıca bu konuda güçlü tepki verilmesi halkın yakıcı sorunlarını dile getirmek için engel de değil. Kaldı ki herkesin üzerinde hemfikir olduğu ve başta özgürlükler ve ekonomi olmak üzere yaşanan sorunlarla hukuksuzluğun/kuralsızlığın bağı kurularak Anayasa’yı ihlal girişimi siyasallaştırılabilir. Bunun bir örneği İsrail’de yaşanıyor. İsrail Yüksek Mahkemesi’nin, yasaların anayasaya uygunluk denetimi yapma yetkisini bypass eden yargı paketi kitlesel gösterilerle protesto ediliyor. Tabiri caizse İsrailliler Anayasalarına sahip çıkıyor.

Doğrudur, YSK ve AYM ağırlıklı olarak iktidar tarafından özenle seçilmiş yargıçlardan oluşuyor. Doğrudur YSK’ya yapılacak başvuruların iktidarın beklentisine uygun çıkacağı yüksek ihtimal. Doğrudur bu Anayasa yapılışı, kabul edilişi ve içeriği ile bir yığın anti demokratik hüküm barındırıyor.

PRATİKLERİ GERİLETİR

Ama tüm bunlar açık bir hukuksuzluğa tepkisiz kalınmasını gerektirmez. Topyekûn bir hukuk ve Anayasa savunusu tam tersi içine düşülen kurt kapanlarını da parçalayabilir. Geçiş dönemi ve sonrası için hukuk devletinin inşasında güçlü bir başlangıç sağlar. Pervasız yargı pratiklerini geriletir.

Yapılması gereken Meclis gündemindeki Anayasa değişikliğini de kapsayan hukuk ve anayasa savunusu. Kendi yaptığı anayasa kurallarını bile ayaklar altına alan bir iktidarı TBMM’de muhatap almayarak bunun gerekçelerini bir seferberlikle halka anlatarak işe başlanabilir. Geçen hafta Doğan Tılıç’ın önerdiği “Biz adaylığı yasal ve anayasal olmayan biriyle yarışmıyoruz, kendimizi anlatacağız. Tek adam rejimini ve onun karşısında ne vaat ettiğimizi halkın oyuna sunuyoruz” tutumu da iyi bir fikir olabilir.

Bir soruyla bitireyim: acaba daha ilk hukuksuzluklara, Anayasa ihlallerine, kayyumlara karşı “cehennemin kapılarını açarsınız” tepkisi verilseydi ve sahiden açılsaydı bugünkü hukuk cehennemini yaşar mıydık?