Son günlerde gözlerimin önüne “iki şehir” geliyor. Depremin yerle bir ettiği Antakya’ya hüzünlenirken insan aracılığıyla fırlatılan bombaların yerle bir ettiği Gazze’yi görmezden gelmem mümkün olmuyor.

Antakya’dan Gazze’ye… Şehir yıkımlarına karşı bir isyan!
Fotoğraf: Uğur Şahin

Ali ÇERKEZOĞLU*

“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı hem aptallık hem inanç devriydi hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı hem de hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana…”

Charles Dickens Fransız İhtilali sırasında Londra ve Paris’in iklimini, insan ilişkililerini anlattığı “İki Şehrin Hikâyesi” romanına bu cümleyle başlar.

Neredeyse 250 yıl sonra o dönem yaşayan insanların hayal bile edemeyeceği bunca, teknolojik ilerlemeye rağmen şehirlerin ve insanların hikâyesi hiç değişmemiş gibi görünüyor. Şehirlerin ismi, insanların dili değişse de hikâyenin özü bir. Hâlâ aynı şeyleri söylüyoruz; “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsü…”

Son günlerde gözlerimin önüne “iki şehir” geliyor. Kendi hikâyelerimizi anlatmamız gereken kendi şehirlerimiz...

İlki benim için gündemden hiç düşmeyecek olan Antakya... Diğeri ise görmezden gelinen ve yaşadığımız “modern çağ” vahşetinin gösteri alanı olan Gazze…

REKREASYON ALANI

Gazze, -resmi rakamlara göre- radikal İslamcıların öldürdüğü 1.500 İsrailliye karşı çoğu çocuk 20 bini aşkın Filistinliyi öldüren İsrail devletinin vahşet gösterisini sürdürdüğü bir şehir. Hatta resmi söylemle şehirden öte bir şerit “Gazze Şeridi”. Bize coğrafi olarak uzak oluşu ona bakışımı ve sonucu değiştirmez. Yaşadığımız çağ insanının canlı olarak seyrettiği ama sonunda ortaya çıkan on binlerce “cansız bedeni” görmezden geldiği bir vahşetin rekreasyon alanı…

Gazze’yi görmedim. Ama Filistinlilerin Şam’daki, Beyrut’taki mülteci mahallelerini gördüm. O derme çatma evlerde, altyapısız, berbat koşullarda sürdürülen yaşamlara şahit oldum.

Kimin ne zaman mülteci konumuna düşürüleceğinin belli olmadığı bir çağda yaşadığımızın ayırdına vararak yaşıyorum.

BİR MASAL GİBİYDİ

Şehirlerden devam edersek Antakya’nın bana masal gibi gelen güzel günlerinde geçti çocukluğum. Şehirde her zaman eğreti duran ve yapay olarak kışkırtılmış “Alevi-Sünni gerilimi” nedeniyle 1980’de okul değiştirmek zorunda kalmam şehir hakkındaki fikrimi hiç etkilemedi.

Alevilerin kendini rahat hissettiği Kurtuluş Ortaokulu’nda yarım dönemlik sıra arkadaşım Binhas, “Yahudi” idi. Komşularımızın büyük kısmı Hıristiyan. Lisede Alevilikten “Yehova Şahitliğine” geçtiği söylenen arkadaşlarımıza biraz şaşırmış ama hiç önemsememiştik.

İşte o yıllarda 1980’lerin ilk yarısında, ben liseyi bitirene kadar tekstilde konfeksiyon nedir bilmezdik. Ceketler, pantolonlar hatta gömlekler terziler tarafından kişinin ölçüsüne, isteğine imkânına göre dikilirdi. “Ortodoks Hıristiyan” Nikola Amca bu mesleği aşkla yapan öz amcamdan ayıramayacağım bir komşumuzdu. Kapısı kapandığında şehrin hayhuyunu dışarıda bırakan ve huzur veren dükkânında Nikola Amca, kumaşları onlarca toplu iğne, sabır ve ustalıkla teğeller, müşterinin bedenine oturan takım ceket ve pantolonlar dikerdi. Eğer iyi bir kumaş isterseniz Uzun Çarşı’nın iç avlusundaki Şeul ve Azzur isimli iki “Yahudi” kardeşin dükkânlarına giderdiniz. İş ayakkabıya gelince hem ucuz hem de dayanıklı ayakkabılar da çarşıdaki “Sünni” esnaftan alınırdı.  Son yıllara doğru mahallemiz Affan’da açan tek ayakkabıcı olarak “Alevi Talat Amca’dan” bayram ayakkabısı alındığını da hatırlıyorum. Tamiri ve değişimi daha kolay kılan bir seçenek olarak. Saray caddesindeki “Mualla”da satılan ayakkabılar ise fiyatı ve marka olması nedeniyle bizler için düşünülen ama hiç gerçekleşmeyen bir hayalden ibaretti! Yok, o dönem için yoksul olduğumuzdan değil, belirgin zengin olmamaktan kaynaklanır bu durum. “Mualla Kundura”nın hitap ettiği müşteri profili ve ayakkabıcılar çarşısında değil de Saray caddesinde olması, dinsel-mezhepsel algıların ötesinde asıl olarak “Zenginleri” temsil etmesine dayanırdı.

Antakya’da geçen çocukluk dünyamın içerisinde “Hıristiyan, Alevi, Sünni ya da Yahudi” kavramlarının hiç yeri ve önemi yoktu. Belki vardı ama devletin ve egemen ideoloji aygıtlarının nüfuz edemediği iç dünyalarımızda, mahallelerimizde bu ayrımcılığı[1]  yok sayarak yaşamamız mümkündü.

Burada “hoşgörü şehri ya da mozaik” benzetmelerinin riyakârlığına onay vermek için yapmadım bu tanımlamaları. Bu kavramları kullanmak çıplak gerçekliği rahatça konuşabilme özgürlüğüne kavuşma telaşımdan kaynaklanıyor.

Bu nostaljik girişin yıkılmış bir şehir olarak Antakya için bir anlamı ya da yararı var mı? Onu da bilmiyorum…

Ama ne zaman Filistinlilerin yaşadıkları mağduriyetle yüzleşsem yukarıdaki paragrafın içinde yaşayan çocukluğumun iç dünyasına dair özlem ve kaygı kaplar içimi. Antakya’nın bile barındıramadığı Binhas’ın, Şeul’un ve Azzur’un İstanbul’a belki oradan da İsrail’e zorunlu göçlerine sessiz kalmış olmanın mahcubiyeti eşliğinde. Ama devamında yüzyıllar boyunca ve dünyanın her yanında ayrımcılığa tabi tutulmuş Yahudilerin, Sünni Arap ve Hıristiyanlardan oluşan Filistin halkına yönelik baskı ve zulmünü aklım almaz. Hitler faşizminin soykırıma uğrattığı bir halkın devletinin-İsrail’in Filistinlilerin celladı haline getirilmiş olmasını izlemek acı verir.

İNSAN KALABİLMENİN YOLU

Kuşkusuz kapitalizmin Ortadoğu politikasının en kullanışlı aparatının  “İsrail-Filistin” çatışması olduğu gerçeğini unutuyor değilim. Petro-dolarların, İngiliz ve Amerikan emperyalizminin ne anlama geldiğini ve buradaki rolünü de biliyorum. Ama 21. yüzyılda 2-3 yılda bir dünyanın gözleri önünde “safariye çıkmış” zengin ve güçlü “beyaz zenginlerin” kara-kuru çoğu çocuk Filistinlileri avladıkları ve “Av’ın” zaferini kapitalist merkezlerde içki kadehleri ile kutladıkları bir film sahnesi gibi geliyor yaşananlar bana. Gazze gibi bir av sahası olarak kabul edilebilecek dar bir alanda yaşayan “Av’ların” arada bir can havli ile bir avcıyı parçalamasını kendilerine yönelik katliamlar için ne haklı bir bahane ne de bu avcılığa meşruluk sağlayacak bir neden olarak görmüyorum. Siyasal İslamcıların bütünüyle riyakâr dayanışma gösterileri ise midemi bulandırıyor.

Ve depremin yerle bir ettiği Antakya’ya hüzünlenirken insan eliyle üretilip, yine insan aracılığı ile fırlatılan bombaların yerle bir ettiği Gazze’yi görmezden gelmem mümkün olmuyor.

Yazının buraya kadarki kısmını beğenen ama “Gazze de nereden çıktı şimdi?” diye öfkelenenleriniz olacak, adım gibi biliyorum. Neden güzel Antakya ile Gazze’yi bir tutuyorsun, hatta aynı cümlede kullanıyorsun diye içinden geçirenleriniz de! Ama inanın insan olarak kalmanın biricik yolu bu.

Maraş katliamı sonrasında Antakya’da her an kıyıma uğranacağına dair korkunun izlerini en çok o dönemin ortaokul çocuklarında bulabilirsiniz. Tıpkı bugün Gazze’de sadece Siyonist İsrail devletine ve askeri mekanizmasına değil, kendilerini yalnız bırakan bütün dünyaya öfke ve kızgınlığını içine atan Filistinli çocuklar gibi.

MUTLU SON İÇİN MÜCADELE

Depremin yıktığı Antakya için nasıl ki sadece inşaatlardan ibaret bir “ıslah” çalışmasının yeterli olmayacağına inanıyor ve şehri bütün kültürel zenginliği ve çeşitliliği ile yeniden kurmaya çalışıyorsak, Gazze başta olmak üzere yıkıma uğratılan bütün şehirlerle ve bütün mazlum halklarla dayanışmamızı büyüterek sürdürmek zorundayız.

Her türlü ayrımcılığa, Türk-Kürt, Alevi-Sünni, Hıristiyan-Müslüman-Yahudi kutuplaşmasına karşı çıkmak, mağdurdan, mazlumdan ve yoksuldan yana olmak bunları gerektirir.

Farklı kültürleri, milletleri ve özellikle din ve mezhepleri barındıran şehirlerin önünde iki seçenek olduğuna inanıyorum. Bu çağda irade kullanılmaz ve halkların bir arada insanca yaşamasına sahip çıkan demokratik ve dayanışmacı çabalar güçlü olmaz ise likidasyona varan ayrımcılık kaçınılmaz oluyor. Renkli, çok kültürlü şehirler ve ülkeler birer savaş alanına dönüştürülüyor.

İkinci seçenek ve umut belki bizlerin naifliğini içeren bir yaklaşımla “Antakya’da gizli”.  Acaba “Umut Antakya!” olabilir mi? Felaketlerden bir kardeşlik dayanışması ile çıkılabilir mi? Filmin sonunu değiştirebilmemiz, mutlu sonla bitirmemiz mümkün olabilir mi?

Denemeye değer!

“Antakya Umudu”nu büyütebilirsek Gazze için olduğu kadar, Cizre için de kardeşleşmenin yoluna sağlam taşlar döşeyebilme  umuduna tutunabiliriz! Kim bilir?

* 1966 Affan doğumlu.

Üniversite gençlik hareketinde, kamu çalışanları sendikalarının kuruluşunda ve son dönemlerde İstanbul Tabip Odası ve Türk Tabipleri Birliği’nin farklı kademelerinde sorumluluk alarak emek, demokrasi, barış ve sağlık hakkı mücadelesinde yer aldı.

An itibariyle Antakya-Hatay için kim bir adım atıyorsa onun işini kolaylaştırmayı kendine misyon edinmiş, “umudun hiç bitmeyeceğine!” inanan bir Antakyalı…