Gezegenin en yoksul bölgelerine eklenecek olan 4 milyarlık nüfus ne yazık ki gelecek kuşaklara ilişkin kötümser tahminleri destekliyor

Aşırı nüfus artışının  ağır bedelleri olacak

DİNA AKÇAY

Şu anda dünya üzerinde 7,3 milyar insanın yaşadığı tahmin ediliyor. 2100 itibariyle bu rakamın 11,2 milyara ulaşacağı öngörülüyor. Nüfus artışından sorumlu olan halklarda, hem bireysel hem de gezegensel bilincin düşük olmasının sonucunda hesapsız bir ‘çocuk dünyaya getirme’ davranışı hüküm sürüyor. Yaşam kalitesi en düşük olan bu toplulukların bireyleri, çocukları için de herhangi bir yaşam standartı kaygısı gütmeyi akıllarına getirmiyor. Zaten çoğu zaman çocuk sahibi olmak konusunda özne kendileri iken çocuk nesne durumunda oluyor: ‘Benim çocuğum olsun’, ‘Ben analığı/babalığı tadayım’, ‘Ben yaşlanınca yalnız kalmayayım’, ‘Bana çocuğu olmuyor demesinler’, ‘Benim soyum sürsün’ gibi. Halbuki içinde bulunulan koşullarda kurulması gereken cümleler şunlar olmalı: “Çocuğuma dünya ve toplum neler vaat ediyor?”, “Çocuğuma nasıl bir ana/baba olacağım?”, “Çocuğumun mutlu bir yaşam kurma olasılığı, sosyal ve çevresel koşullar düşünüldüğünde nedir?”

İyimser olmak mümkün değil
Gezegenin en fakir bölgelerine önümüzdeki 80 yıl içinde eklenecek olan 4 milyarlık nüfus, ne yazık ki yeni doğanların geleceğine ilişkin kötümser tahminleri destekliyor. Dünyadaki temiz su ve yiyecek kaynakları günden güne azalırken, hızla artan nüfus içerisinde rekabet giderek büyüyor. Var olan kaynaklar eşitçe bölüşülmüyor ve küçük bir zümre tarafından aslan payına el konulurken, geri kalan küçük pay için kalabalıklar birbirini ezip geçiyor. Toplumlar, kendi içlerinde rakip elemek için, çoktan gömülüp tarihe karıştığı sanılan ırkçılık ve cinsiyetçilik gibi her türlü ötekileştirme fırsatını yeniden hortlatıyor.
Nüfusu neredeyse 2 katına çıkacak olan ülkelerin, en azından ev, okul, sağlık kuruluşu, iş olanağı ve tüm diğer altyapıyı aynı hızda hazırlaması gerekiyor. Elbette sözünü ettiğimiz toplumların, bu görevler için doğum hızına yetişme olasılıkları yok.

Peki o zaman ne olacak? Aşırı kalabalık sınıflar, tıklım tıkışık otobüsler, kitlenen trafik ve iş bulamayan milyonlarca insan şimdiden dert olmuş durumda. Belki nüfusun yarısını sınıflardan, otobüslerden, trafikten ve iş hayatından; dolayısıyla kaynak paylaşımından çekmek ve diğer yarının kontrolüne bırakmak “akıllıca” bir fikirdir. Cinsiyete dayalı ötekileştirme de bunun için biçilmiş kaftan. Bu da bir kısır döngüye yol açıyor.

Çünkü, ne zaman ve kaç kez doğum yapacağı konusunda karar vermesine izin verilmeyen kadınlar, kendilerini sürekli nüfusu arttırır durumda buluyorlar. Artan nüfus ise yine “insan”ın değerinin düşmesine yol açıyor.

Dünya ne kadar insan barındırabilir?
Bu gezegen büyümüyor ve büyümeyecek. Sürdürülebilir bir ekosisteme sahip olması çok iyi bir özellikti; fakat artık onu da yitiriyor. Nedeni elbette bu ekosistemin içindeki canlı türlerinden birinin “sürdürülebilirliği olmayan” ve “geri dönüşümsüz” katkıları. Küresel ısınma, ormanların yok oluşu, atıklarla zehirlenen toprak, tatlı su kaynaklarının tükenmeye başlaması gibi çeşitli ekosistem arızalarını, ne acıdır ki kısacık bir sürede tüm yaşamı tehdit edecek boyuta getirdik.

Uluslararası Çevre ve Gelişim Enstitüsü’nden D. Satterthwaite, meselenin insan sayısından ziyade, insanların tüketim alışkanlıkları olduğunu belirtiyor ve Gandhi’nin sözüne atıfta bulunuyor: “Dünya herkesin gereksinimlerini karşılamaya yeter, ancak herkesin açgözlüğünü doyurmaya yetmez.”

Nüfus o denli hızlı artıyor ki, olası sonuçları öngörmeye yetecek veriye sahip değiliz. Acaba Gandhi o sözü ederken 10 milyarın üzerinde bir sayıyı da kapsayacak şekilde mi konuşmuştu? Belki de ancak söz konusu gereksinimleri azaltarak ve sayı arttıkça azaltmaya devam ederek, bu küreye sığmayı başarabileceğiz. Kaynak pastasından aslan payı alanların gezegen üzerinde ‘kapattıkları araziyi’ paylaşmaya ne kadar yanaşacaklarını düşünürsek, muhtemelen gereksinimlerini azaltmak durumunda olanların kimler olacağını öngörebiliriz.