F tipi cezaevlerindeki tecrit ve izolasyon uygulamalarına karşı çözüm üretmek için bir araya gelen aydınlar, sanatçılar, sendika ve baro başkanları ölümlerin durdurulmasını istedi

UFUK KOŞAR
Ftipi cezaevlerindeki tecrit sorunu ve çözümüne ilişkin dün bir basın toplantısı düzenleyen aydınlar, sanatçılar, sendika yöneticileri somut adımlar atılması yönünde kararların alınmasını istedi. Türk Tabipler Birliği Başkanı Dr. Gençay Gürsoy, TMMOB Başkanı Mehmet Soğancı, KESK Başkanı İsmail Hakkı Tombul, DİSK Başkanı Süleyman Çelebi, ÇHD Genel Başkanı Avukat Hüseyin Yüksel Biçen'in konuşmacı olarak katıldığı toplantıda Avukat Behiç Aşçı'nın tecritle ilgili slayt gösterisi sunuldu.

Aşçı, tecritin insanlık suçu olduğunu, bunun bir insanlık sorunu haline geldiğini söyledi. Yetkilileri tecritin kaldırılmasına ilişkin somut adımlar atmaya çağıran Aşçı, aydınlardan, sanatçılardan, sivil toplum örgütlerinden oluşacak birliktelikten olumlu sonuçların çıkacağını söyledi.

TTB, TMMOB, ÇHD'nin hazırladığı raporlarda, F tipi cezaevlerinin yerleşim yerlerine uzaklığından, mimari yapısına, tutuklularda bıraktığı biyolojik ve ruhsal etkilere kadar birçok konu ele alındı ve bu uygulamaya son verilmesi istendi.

ÇHD Genel Başkanı Hüseyin Yüksel Biçen, tecritin kaldırılması için hukuki zeminin olduğunu, bunun 5275 sayılı yasanın 9. maddesinde yer aldığını söyledi. Mahkûmların haklarından ve özgürlüklerinden mahrum edilmemesi gerektiğini söyleyen Biçen, bu uygulamanın gerçekleştirilmesi durumunda bunun bir işkence olacağını belirtti. Hüseyin Yüksel Biçen, Adalet Bakanlığı'nın da gerçekçi bir iyileştirme takvimi çıkarmasını istedi.

TTB Genel Başkanı Gençay Gürsoy da, Adalet Bakanlığı'nın tecrit sistemini kabul etmediğini, inatlaşma ortamının doğduğunu söyleyerek, F tipi cezaevlerindeki her türlü değişikliği, bakanlığın örgütlerin gerçekleştirdiği eylemlerin zaferi olarak algıladığını belirtti. Adalet Bakanlığı ile yaptıkları görüşmelerde sorunları anlattıklarını ifade eden Gürsoy, tecritin bir insanlık suçu olduğunu, eylemlere devam edilmesi gerektiğini söyledi.

DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi de kamu duyarlılığı yaratarak, herkesin bu sürece katkı vermesini, insanlık ayıbı olan izolasyon ve tecrit uygulamasının kaldırılmasını istedi.

KESK Genel Başkanı İsmail Hakkı Tomul, ülkenin demokratik gelişim ve değişikliklerine ihtiyacı olduğunu, somut adımların atılmasını istedi. Tombul, fikir ve düşünce cezalarının kaldırılması için toplumsal duyarlılığın ön plana çıkmasını gerektiğini de söyledi.

TMMOB Başkanı Mehmet Soğancı da, sıkıntılı ve sancılı bir ülkede yaşadıklarını ölüm ve acının temel sorunlar haline geldiğini, bu durumun 12 Eylül tecri-tinden daha faşist bir tecrit anlayışı olduğunu söyledi. Soğancı, Adalet Bakanlığı'nın somut ve yapıcı adımlar atması gerektiğini de sözlerine ekledi.

Behiç Aşçı'nın annesi Fazilet Erdoğan da, Behiç Aşçıların ölmemesi gerektiğini söyledi. Erdoğan, bu uygulamaya hemen son verilmesini de istedi.

Behiç'in ölümü...
AVUKAT ERDAL DOĞAN
1999 sonunda avukatlığa başlangıcım, açılması düşünülen F tipi cezaevleri projesine karşı düşünce, aktivizm ve mücadele ile başladı. 2007'ye geldiğimiz şu günlerde, bu sorun artık can yakan sonuçlarıyla trajik bir şekil alarak devam etmekte ve gündemimizi doğal olarak halen meşgul etmektedir? (Ne kadar meşgul ettiği tartışma konusu olsa da?)

Behiç'le, çoğu konuda farklı düşünsek, tartışsak, hatta kendisinin ölüm orucu eylemini kişisel olarak onaylamamış olsam da, ölüme doğru gidişine engel olamamakta ki çaresiz gidişin son üç ayın bazı gecelerinde bir kâbus olarak uykumun en ağır bölümüne çöküyor olması kadanıla-cak gibi değil. Çünkü Behiç'in sesini duyurmaya çabaladığı devletin Yaşar Kemal'in kendisine söylediği gibi "zalimliği"ni hatırlamamak mümkün olamamaktadır. Behiç'in ölümüyle bu zalimliğe bir zafer daha eklenecek oluşu ve muktedirlerinin şimdiden ellerini ovuşturarak görüyor olma, bu kâbuslar için yeterli neden değil midir? En azından son 6 yıldır bu eylemlerde ölen yüzü aşkın insan ve yine yüzlerce insanın sakat kalışına avukat olarak tanık olmuş olmak bu öngörüler için fazlasıyla yeterlidir. Anılan ölümlerle devletin sağlamca ördüğü otoritenin, gerçekleri hiçbir zaman olamayacağı kadar ters yüz ederek simülasyona uğratma becerisini, bu sefer halkıyla, medyasıyla, sokağıyla, hukukçusuyla, üniversitesiyle en yetkin hale getirmiş bulunmaktadır. Avukat Behiç Aşçı'nın eylemi de tecrit/izolasyonu doruğa çıkaran F tiplerine ve muadillerine "üç kapı üç kilit" çözümüne kadar inmiş basit insani bir talebin gerçekleşmesi için yola çıkıştır. Yapılan nedir? Maddi ve manevi bedensel varlığı izolasyonla bitiren bu infaz süreci muhataplarının tümüyle şiddet karşıtı bir eylem ve muhalefet biçimi olan kendini ölümüne aç bırakarak, söz ve yetki sahibi kişilere ölümü de yüceltmeden bir şeyler anlatabilmek! Çoğu zaman eylemcilerin kendi bedenlerini ortaya koymaktan başka bir çarelerinin olmadığı bizzat kendilerince haykırıldı! Aynen Gandhi gibi. İster saygı duyun veya duymayın, ister onaylayın ya da onaylamayın bu eylemin bir muhalefet biçimi olduğu gerçeğini hiçbir zaman değiştirmez. Bu süreçte vahim olan bir şey de şudur ki o tüm popülist halk söyleminin ötesinde sevgili halkımızın sessizliği ve linç provaları ile kutsal devletiyle zalimlikte yarışmaya girişmesidir. Halkın, her geçen gün, tüm o determinist sosyolojik for-mülasyonları tersine çıkaran davranışlarına rağmen sevgili "aydınlarına" ulaşamamasının "aydınlar" için hüzünlü sonucu var mıdır ki bilemiyorum?

Behiç'i evinde ziyarete gidemedim, gitmem de! Ne diyeceğim ki Behiç'e? "Behiç kazan mübarek mi olsun", ya da "geçmiş olsun ve en tezinden sana acil şifalar diliyorum", ya da "arkandayız Behiç merak etme sen", veya "bırak bu eylemi Behiç, git yıllardır yaptığımız ve yaptığın gibi kendini basın açıklamaları ve yürüyüşlerle oyala" ya da bir hukukçu olarak insan haklarına göstermelik saygı gösteren, bağımlı, vicdanları devlet katlarında nasırlaşmış, hukuk ve yargı mekanizmasındaki görevlilerin dahi yargıya güvenlerinin kalmadığı, "hukukun o kutsallığına mı teslim et kendini" demeliyim? Hayır diyemem.

Gitsem bilirim ki göreceğim; Behiç'in gözlerimde asılı kalmış sabit gözleri, ve gözlerim önüne gelen meslektaşı avukat Cemil Çiçek'in donuk yüzü ve gözleri ve kemiklerime kadar hissedeceğim ve duyumsacağım insanı eriten o öfke..

Son 20 yıl içinde yine tanık olduğum bir iki istisnası dışında anlı şanlı Adalet Bakanlarının Türkiye Cumhuriyeti siyasi tarihine özel kayıt olarak düşülme halleri bir bakıma sözün yavaş yavaş bittiğini muştulama çabalarıydı. Her ölen ölüm oruççusu ve intihar eden F tipi hükümlüsünün halen hepsinin de hayat olduğu bu adalet bakanı zatların şu fani dünyadaki gece uykularına girerler mi bilenmez? Ama ya siz sayın avukat Cemil Çiçek uykularınız nasıldır? Meslektaşınız avukat Behiç Aşçı'yı ölümü halinde düşündünüz mü hiç, eğer ağır uyku hapları kullanmıyorsanız onun hayat boyu rüyalarınıza eşlik edip iki eli ile yakanıza yapışacağını?

Bir adalet bakanı olarak dindar, muhafazakâr ve sol düşmanı olarak tanıdık sizi, hatta bir avukat bakan olarak tüm toplumu ve hukukçuları yalandan ilgilendiren bir yasa taslağı hakkında eleştiri yönelten, yazan huloıkçuyu dahi, ast memuru olarak gördüğünüz savcılara gönderdiğiniz talimatla soruşturup, yargılatabilme cesaretine sahip olduğunuzu da. Ve zaman zaman adalet bakanı olarak varlığınıza sinirlenmemek için kendimi nötralize ederek, sizin ve benim aslında varolmadığımı, bunun geçici bir kâbus olduğuna inandırıp, var olan somutu simüle etmeyi tercih ettim. Aynı meslekten oluşumuzun da dış mihrakların yalanı olduğunu düşündüm. Tabi tüm bunların bir deney hayvanı gibi yalnızca kendimi korunma biçimi olarak geliştirdiğimi söyleyebilirsiniz. Halbuki size sorarsalar kendinizi devletin, ülkenin ve toplumun bekasının yegâne hakimi ve sözcüsü olmanız kadar doğal ne olabilir ki? Olmadığı kadar da gerçeksiniz ve somut gerçekliğinizi de her an ve her mekânda biz vatandaşlar indinde hissettirmek ve yoksun bırakmamakla vazifelisiniz. Danıştay hâkimlerine yapılan saldırı sonucunda katıldığınız cenazede camiye doğru koşuşturma halleriniz de olsa olsa bir çekim hatasıydı!

Tüm bunları bir an unutalım sayın bakan ve cezaevlerindeki izolasyon/tecrit problemine el atılması için ölüm orucunda ölüm sınırına yaklaşan bir meslektaşınızın, siz adalet bakanı olarak nazarınızdaki yerinin bakanlığınıza şoför kadrosuna aranan bir hukuk mezunu adayın ötesinde bir anlamı olup olmadığını merak etmekteyim? Şahsınızın bu durum umurunda mıdır? Gördüğüm kadarıyla şimdiye kadar olmadı. Sayın Çiçek taşıdığınız sorumluluk, Av. Behiç'in eylemini sonlandırmasını tavsiye etmenin çok ötesindedir. Cezaevlerinde en temel hak talebinde bulunanların ölüm sınırına gelmesine, zorla müdahale dışında, kulaklarınızı, gözlerinizi ve vicdanlarınızı tıkamanız, bulunduğunuz konum itibariyle insanlığa karşı suç işlemek veya en basitinden görevi ihmaldir. Bu suçun dünyada hukukun bir nebze olsun işleyen yerlerinde peşinizi bırakmayacağını da bilmeniz gerekir.

Ve sayın bakan bu çağrıya soruşturma, tavsiye ve zorla müdahale dışında insani olarak cevap vermenizi, halen umudunu koruyan meslektaşınız olarak beklemekteyim. Behiç'in ölümünü durdurmak en azından her insan gibi boynunuzun borcudur..