Hayatımızda, dünyada hiçbir olumsuzluk yokmuşçasına kendime icat ettiğim sorunsuz paralel evrenime geçerek sizlere beğendiğim birkaç yeni yapımdan bahsetmek istiyorum; Tulsa Kralı, Dr. Phil Stutz, 1899…

Bakış açılarını değiştirmek lazım
1899. (Fotoğraf: IMDb)

Gerçekten bitse de kurtulsak, ne beter aymış dediğimiz bir 2022 Kasım’ı neyse ki tamamlanmak üzere. Önce terör saldırısı, ardından deprem, ardından artık psikopatların, beceriksiz siyasilerin, niteliksiz belediye başkanlarının insafına bırakılmış her gün yüzlercesinin benzeri şekillerde öldürüldüğünü bildiğimiz Konya’dan gelen köpek katliamı görüntüleri… Ne diyelim en kötü ayımız böyle olsun. Hayatımızda, dünyada hiçbir olumsuzluk yokmuşçasına kendime icat ettiğim sorunsuz paralel evrenime geçerek sizlere beğendiğim birkaç yeni yapımdan bahsetmek istiyorum; Tulsa Kralı, Dr. Phil Stutz, 1899…

TULSA KRALI

İlk bahsedeceğim dizi en sevdiğim olacak elbette; Tulsa Kralı (Tulsa King). Amazon Prime Video'nun genel paketinin bir parçası değil ancak abone iseniz diziyi izleme seçeneğiniz mevcut. Bu suç dramasında New Yorklu Dwight Manfredi yirmi beş yıl hapis yattıktan sonra serbest bırakılıyor. Ve tamamıyla değişmiş bir dünya ve gangsterler aleminde kendisine, Amerika’nın tabiri caizse yaşanması en keyifsiz eyaleti olan Oklahama’nın Tulsa şehri veriliyor. Bir nevi sürgün gibi de diyebiliriz. Dizinin yaratıcısı Taylor Sheridan, Sylvester Stallone’u başrole taşıyarak adeta oyuncunun kendine has tüm personasının nüanslarını her saniyesinde kullandığı bir iş ortaya çıkarmış. Bence sadece bu sebeple bile olsa kesinlikle izlenmeli bir dizi. Seyri bu kadar keyif veren, tanıdık gelen, bir parçası bize aitmiş gibi karşılıklı tanıdık bir şey hissettiren o kadar az oyuncu kaldı ki; Sylvester Stallone tam da onlardan biri. Yeni nesil oyuncularda bu yok bu duygu yok bu bildik his yok.

Tulsa

STUTZ VE THE PATİENT

Netflix’te bir diğer dikkat çeken yapım yönetmenliğini Dr. Stutz’un gerçek hayatta hem dostu hem de hastası olan Jonah Hill'in üstlendiği belgesel film. Saygın psikiyatristlerden olan Dr. Phil Stutz kırk yılı aşmış meslek hayatında fazlasıyla ünlü sanatçılara, önemli şahsiyetlere yardımı dokunmuş olan biri. Belgesel her şeyiyle sahici ve bir o kadar da derin. Kaldı ki insanın içine işleyen bir yanı da var. Hem ilginç hem de öğretici olan bu belgesel, Stutz ve Hill’e aitmiş gibi durarak belki biraz fazla kişisel görünse de hepimize dokunacak bilgileri ile oldukça kafa açıcı. Terapilere, terapilerin faydalarına şüphe ile yaklaşan, veya terapileri Kırmızı Oda dizisindeki gibi zanneden insanların fikrini dahi değiştirebilir. Hepsini geçtim en ucuz terapi seansının 1000 lira olduğunu hesaba katarsak önemli bir terapistin aktardıkları ile danışanın konuştukları bence izlenmeli. Mizah dozunu yerinde tutarak aslında terapiye odaklanan ve doktor-hasta ilişkisine sıra dışı bir bakış açısı kazandıran kaçırılmayacak bir fırsat. Konu terapiden açılmışken, aslında ağustos ayında gösterime giren Hulu’da yayınlanan FX yapımı The Patient dizisinin 30 Kasım’da Disney Plus’ta izlenebileceğinin haberini vereyim. Kısa bir süre önce eşini kaybetmiş olan bir psikoterapistin (Steve Carell) aynı zamanda hastası olan bir seri katil tarafından tutsak alınması gayet ilgi çekici bir konu. Toplam 10 bölümlük dizinin her bölümü 20 dakikadan oluşuyor.

Stutz

DARK’TAN SONRA GELEN 1899

Gelelim muhtemelen çoğunuzun izlediği veya izlemek üzere olduğu, Dark'ın yaratıcılarının yeni yapımı 1899 dizisine. Sekiz bölümden oluşan 1899 dizisinde kapkara Atlantik Okyanusu'nu boydan boya geçen ve içinde her milletten göçmenin bulunduğu Kerberos isimli buharlı bir gemide Avrupa’dan Amerika’ya doğru yol alıyoruz. Farklı sınıf ve geçmişlere, dramaları sahip yolcuların kendilerine ait umutlarıyla yol aldıkları bu gemide olaylar beklenmedik ve gizem dolu alanlara savrulmaya başlayınca bulmacalar ardı ardına ortaya çıkınca haliyle her şey büyük bir kâbusa dönüşüyor. Dizinin en orijinal bulduğum yanı tam anlamıyla uluslararası olması sadece yapım anlamında değil karakterlerin yani yolcuların pek çok farklı ülkeden olması hepsinin kendi dilini konuşuyor olmasıyla iletişimin diller üzeri bir yere kaymasını izlemek keyifliydi. Duyduğumuz diller arasında İngilizce, Almanca, İspanyolca, Fransızca, Lehçe, Danca, Portekizce, Kantonca, Japoncayı sayabilirim. Mesela İspanyol karakter kendiyle ilgili çok büyük bir hikâyeyi İspanyolca anlatırken karşısındaki karakterin Alman olması ve İspanyolca bilmemesi ama gene de anlaşabilmeleri. Bu zıtlık ve aynılık denkleminde en çok Olek ve Ling Yi karakterlerinin kalpleri ve gözleri ile konuşmalarını sevdim. Fantezi ve yaratıcılıkla dolu iyi bir hikâye vaat eden bu ilk sezonda tüm bu karakterlerin nasıl birbirleriyle bağlantılı olduğunu anlamak ön plandaydı. Bu arada Kaptan Eyk ile bulmacanın kraliçesi Maura arasındaki kimya biraz fazla değil miydi? Belki ikinci sezonda her şey gene yön değiştirecektir ve bu meseleyi o zaman anlarız diyorum. Dizide alıntılanabilecek felsefi replikler oldukça çoktu, beni dizinin teması ile de en bağlantılı olduğunu düşündüğüm, ‘Piramit’ isimli 6. bölümde Maura’nın babası Henry Singleton’ın söylediği şu cümle etkiledi; ”İnsanlar gerçeklerden bihaber. Sadece görmek istediklerini görüyorlar. Zihinlerinin kısıtlamalarına hapsolmuş durumdalar. Tek yapmaları gereken bakış açılarını değiştirmek... Her şeyi tam olarak görmek için.”