Birkaç sene sonra kepenklerini indiren poşetleri, elleriyle tuttu. Sonra ben Köşe Market’in boktan, kapitalist poşetleriyle evime gittim. Allah belamı verdi

Bakkal Atilla Amca

SİNEM SAL

Utanmanın, nereye dahil bilmiyorum ama, insanlıktan çıkmanı önlediğinden neredeyse eminim. Şimdi iki çocukluk anımı anlatacağım. Hikâye aslında iki kişilik. Kahramanı benim. Bir de Atilla Amca. Başlıyorum. Ve başladım.

Bizim sokakta bakkal Atilla Amca vardı. Küçük ve karanlık bir bakkaldır burası. Mis gibi rutubet kokar. Yıllarca sokaktaki tek bakkaldı, Köşe Market açılana kadar. Bu da daha büyük ve aydınlık küçük bir market aslında. Bir sabah evden çıktım. Eve ekmek getireceğim. Bir baktım bakkal Atilla Amca içeride yok. Bu durumu fırsat bildim. “Ulan...” dedim, “Büyük bakkala gideceğim ben de.” Ama Atilla Amca’ya çaktırmamam gerekti. Sokağın başına kadar koşarak gitmeli ve dönmeliydim. Asla onunla karşılaşmamalıydım. Ayıptı. Bir daha nasıl yüzüne bakılırdı. Onca yıllık geçmişimiz vardı. Koşarak Köşe Market’e gittim. Alacaklarımı aldım, dönüyordum ki Atilla Amca bakkalı açmış önünde duruyor. “Olamaz” dedim. Çaresizce ortada kalınca, bakkalın çaprazına park etmiş olan kamyonun altına girdim ve beklemeye başladım. Atilla Amca içeri girdiği anda kamyonun altından çıkıp eve kaçacaktım. Ama o Atilla Amca içeri girmedi. Herkes geldi ulan... Bütün mahalle geldi. Herkes Atilla Amca’yla konuştu. Sigara içti sonra Atilla Amca. Sokağı izledi. Ben hâlâ kamyonun altında... Atilla Amca da dükkânın önünde. Öylece, dakikalarca bekledik. Umutlar tükendi. Kamyoncu geldi kamyonu çalıştırdı. Ben poşetlerin bir kısmını orada bırakırken bir kısmını da sokağa fırlattım. Atilla Amca bir kahraman gibi yanıma geldi. O lanet poşetleri aldı. Elinde tuttu. Bir de bana su verdi korktum diye. Poşetleri de tuttu. O poşetleri... Birkaç sene sonra kepenklerini indiren poşetleri, elleriyle tuttu. Sonra ben Köşe Market’in boktan, kapitalist poşetleriyle evime gittim. Allah belamı verdi.

Atilla Amca’ya gönül verdiğimize göre, ona bu pisliği yapan benden şimdiki anıyla intikam alabiliriz. Bir gün yine Atilla Amca’ya gitmiştim. Az salam alacaktım. Tahmin edersiniz ki az salam alınacaksa Atilla Amca’ya gidilir. Karşılığında bir tane plastik tabak hediye eden gazeteyi ve ekmeği aldıktan sonra, “Az selam…” dedim. Atilla Amca’nın “Selam mı” demesiyle yaptığım ölümcül hatayı fark ettim. Salama selam demiştim. Şimdi herkes bizim eve salamın az girdiğini, o zaman babamın öldüğünü, babalar ölünce geriye kalanların da fakirlikten ölecek noktaya geldiklerini, biz fakirlikten ölecek noktaya gelirken elimizdeki bütün malları satarak benim bakkala az salam almaya geldiğimi, fakat o salamın evimize çok az girdiğini, bu yüzden adını bile unuttuğumu ve kendisine “Selam” dediğimi anlayacaktı. Mesela ekmeğe ekmek, gazeteye de gaste demiştim. Ama salam bizden değildi. Azı bile rezil etmeye yeterdi. Gururum vardı. Gurur incinirdi. Ona sahip çıkmak gerekti.

Üç saniye bile geçmemişti ki yıkılan gururumu toplarken, dul bir kadın olan annemle ilgili skandallara yol açabilecek olan savunmamı yaptım, kendimden emin ve önceki cümlelere göre daha kalın bir ses tonuyla “Az selam… Annemin az selamı var size…” dedim.  Bakkal Atilla Amca beni hiç anlamadı. İçinde ekmek, gazete ve gazeteden çıkan plastik tabağın olduğu poşeti bana verdi. Az salamı almadım. Bakkal Atilla Amca da annemin az selamını almadı. İçerlemek diye bir şey vardı. Tam olarak, sarı mısır tanesinin patladığı an gibiydi. Başka hiçbir şey değil.

Çocuklara, hayatı tek boyutlu gösteren televizyonlar, belki bir gün kendi cenazemize çelenk göndermeye de özendirir. O vakit, insin Bakkal Atilla Amca’nın kepenkleri, en iri harflerle yazsın “Bu Defa Vallahi Son Oğlum!”