Uçakta banttan anons, önce Türkçe: Otuz yaşlarında bir kadın çocuklaştırılmış, sevimli bir tonlamayla veya aşırı kibar, cinsiyetsiz, soğuk bir tonlamayla konuşuyor.

Sonra aynı yaşlarda bir kadın, anonsu İngilizce olarak tekrarlıyor: Bu tonlamada çocuksuluk veya cinsiyetsizlik yok, yaşına uygun, varlığıyla barışık, kararlı bir ses.

***


Bir ara Oliver isimli Amerikalı bir grafik tasarımcıyla ekip olmuştum. Henüz yirmili yaşların başındaydık ama Oliver öğrencilerine nutuk atan bir okul müdürünün emin tonlamasıyla konuşurdu. Önceleri bunu az gelişmiş ülkede havalara giren Amerikan gencinin kibirli sesi olarak yorumlamıştım. Sonra benim yanımda ailesiyle telefonda konuşurken anladım ki, sesinin doğal tonu böyle. “Siz niye böyle bir tonlamayla konuşuyorsunuz?” diye sordum. Biraz düşündükten sonra şöyle dedi: “Çünkü biz hiç dayak yemiyoruz.”

***

Türkçe’deki yaygın ses melodilerinden biri çiğnenmiş sakıza benzer: “Aaaabi yaaa, hadiii yaaa, ama anne yaaa.”

Diğer yaygın melodi de tüfek gürültüsü: “Senin ... korum! Hay! Huy! Lan! Lun!”

Her iki melodi de ezilmiş kitlelere özgü. Birinde güç karşısında korunaklı alan yaratmaya çabalıyor, ötekinde de güçsüz gördüğüne saldırıyor. Bunun ortasına çok nadir rastlarsınız. Devrimci sesi vardır, aslan gibi, kararlı, anlaşılır, net.

***

Türkiye’de çocuklar yetersiz hissettirmek üzere yetiştirilir. Silindir evde başlar, okulda camide kışlada devam eder, iş hayatında amacına ulaşır. Hamur artık şeklini bulmuştur: “Nihayet yufka gibi oldu” denir, sanki bu marifetmiş gibi... Kız çocuğuysan işin daha da zor. Bunlara ilaveten, bacağını kapa, karnını kapa, kimseye yaklaşma, kimseye dokunma, komşunun kızı ne hallere düştü, sağa bakma sola bakma, gece tek başına yürüme ve daha neler.

Bayramda akrabalar gelirdi. Anam derdi ki: “Oğlum neden öyle süklüm püklüm duruyorsun? En güzel okullarda okuyorsun, biraz kasılsana, omuzlarını dik tutsana, sesini biraz gür çıkartsana.” “Kime karşı anne?” derdim. Dayımın oğluna, teyzemin kızına, amcamın damadına mı? Sesim bir türlü gür çıkmazdı. Her cümlesi noktayla, duruma göre ünlemle biten kişilere hiç benzemezdim, hiç de özenmezdim. Hiyerarşik zirvenin bilgiden paraya geçtiği yıllardı. Daha çok kitap okuyanın değil, daha iyi arabaya binenin havalı sayıldığı yıllar. O değerler hiyerarşisine hiç giremeyeceğimi, girsem bile o ölçütlerle “başarılı” sayılamayacağımı bilirdim. “Paranın değil onurun hakim olduğu bir dünyaya ulaşacağız mutlaka...” diye düşünürdüm. O zaman, öyle bir ortamda gür bir sesle konuşabilirdim. “Bir gün” derdim, “Bir gün her şey çok güzel olacak...”

***

BirGün’de yıllar sonra tekrar yazmaya başlayınca şunu fark ettim. Artık köşe yazısı hiç okunmuyor. Köşe yazısının yüz kırk vuruşluk alıntısı okunuyor. Her köşe yazısı ayrıca reklam ediliyor, Twitter’da en çok takipçisi olan en çok tıklanan yazar oluyor. Her gün üç saat Reels videosu izleyen insanlar, bir köşe yazısına üç dakika bile tahammül edemiyor.

“Kısa yaz entel havası olsun.”

Okura bir fayda sunan, bir ortamda paylaşınca havalı gösterecek alıntılar paylaşan yazarlar belki ve birazcık okunabiliyor. İnsanlar hemen bozdurup harcayamayacakları hiçbir şeyi almak istemiyor.

***

Belki yazarlar da, “yazsak ne yazar?” ruh haline girdi. Devlet şiddetiyle, sosyal medya linçleriyle, etimizi kopartan cımbızlarla o kadar örselendik ki, hepimiz THY’deki Türkçe anonsçu kadına döndük. Varlığımızı sevimlilik veya cinsiyetsizlik zırhları arasına gömüyoruz. Artık kadın değiliz, adam değiliz. Gizlerken kaybettik kendimizi.

En iyi şarkılar, en etkili şiirler, en vurucu cümleler özgür hissederken yazılıyor. Yanlış anlaşılmamak için, alay edilmemek için, linç yememek için dipnotları üste çıkardıkça kâğıdı müsilaj kaplıyor.

***

Oysa kafana silahı dayamaktır yazmak. Damar yataklarımızdan bahar ırmakları gibi deli kanlar akması. Fırsat kollayan emekli devletçiler, emekli evetçiler, emekli leş etçiler, emekli rüşvetçiler... Verdiğiniz emekler için hepinize lanet olsun, sizden korkan sizin gibi olsun. Ne kafiyeden çekinmeli, ne tekrardan. Her yeni çocuk bir klişeyi sıfırlar, her genç insanın öfkesinde sloganlar tekrar doğar.

Ümit Alan, Berkant Gültekin ve ben Mudanya’da konuşma yaptık. Kan kardeşim İbo dinlemeye gelmiş. “Senin konuşmandan bir şey anlamadım, gölgenden korkar gibi mıy mıy gevelendin... Ama Berkant ne sağlam, ne net konuştu” dedi.

Benden yirmi yaş genç Berkant yoldaşım uçaktaki İngilizce anonsçu veya Amerikalı Oliver gibi konuşuyor.

Çünkü onu kimse dövmedi. Yirmi yıldır kaya gibi BirGün var, Berkant bir gün bile yalnız yürümedi.

Bu da bizim gururumuz olsun.