Anı kitapları aynı zamanda yazarın yaşadığı çağın öyküsünü verir. Stefan Zweig savaş yıllarında, yabancı bir memlekette, elinde hiçbir yardımcı belge olmadan kaleme aldığı “Dünün Dünyası”na yazdığı önsözü şöyle bitirir: “Ey anılar, benim yerime sizler konuşun, dilediğinizi seçin ve karanlıklarda unutulup gitmeden, hayatın bir aynasını koyun ortaya.”

Özdemir Nutku, geçtiğimiz günlerde yayımlanan iki ciltlik Suda Ayak İzleri’nde yaşamına ayna tutarken, aynı zamanda yaşadığı dönemin edebiyat, tiyatro ve kültür haritasını çıkartıyor. Böylece vefatından sonra bile olsa, hoş bir sadâ olan hayatından küçük parçaları, karanlıkta unutulmasına izin vermediği anılarını sunuyor bize.

Ailesi, Robert Koleji’nde okuma serüveni, daha o yıllarda tiyatro etkinliklerinin içindeki halleri, DTCF İngiliz Dili’ndeki delifişek dönemini, 1938 marka Buick Roadmaster arabasıyla Avrupa’ya yaptığı yolculuğu, Mavi dergisinde şiire ölesiye bağlı olduğu zamanları, jazz piyanisti olarak Ankara’da adının duyurduğu günleri, AST içindeki heyecanı, Muhsin Ertuğrul, İ. Galip Arcan ve Hasan Ali Yücel’le tanışmasını, Almanya’daki öğrenciliğini, Alman rejisör Hilpert’le çalışmasını, dönüş yıllarında kendini DTCF Tiyatro Bölümü’nün ilk çekirdeği sayılabilecek Tiyatro Enstitüsü içinde bulmasını, pek çok kültür adamıyla yakınlığını, Amerika dönemini, oradaki öğretim üyeliğini elinin tersiyle itmesini, ülkesine döner dönmez Sıkıyönetim Mahkemesi’nce yargılanması, Ankara’daki son dönemini kimi zaman gülerek kimi zaman da gözleriniz dolarak okuyorsunuz.

İkinci cilt ise daha çok Hülya Nutku’yla yaşam yolculuğuna çıkışı ve 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin kuruluşu ve gelişimi odaklı.

Özdemir Nutku, hiç hocam olmasa da, verdiği eserlerle, onlarca kuramsal kitapla, çeviriyle, yüzlerce makaleyle, ödenekli tiyatrolarda yaptığı rejilerle hepimizin eğitmeni oldu. Dolayısıyla, akademiyle kısıtlanmış hocalık anlayışının dışına çıkan bir yol göstericiydi o. Okuldan mezun olur olmaz, yirmili yaşların başında girdiğim Devlet Tiyatrosu’nda Edebi Kurul Başkanı’ydı. O tarihten itibaren elimi tutan, çalışmalarımı takip eden, gönendiren, buruk bir duyguyla alt üst olduğum anlarda yüreklendirendi. Doğrusunu söylemek gerekirse, alanda yeni proje yapmak, üretmek için kolları sıvadığımda ona ve sevgili eşine danışmak ufkumun açılmasına, dünya tiyatrosunda benzer uygulamaların gelişkin örneklerini anlamama, fikirleriyle sistemli bir çalışma anlayışının kapısını aralamama yardımcı olurdu. Anı kitabında da belirttiği Oyun Yazarlığı Atölyesi için de düşüncelerimi açmış, ondan yardım almıştım. Özdemir Hoca müthiş bir diğerkâmlıkla kendinden genç araştırmacıları üretime kazandırmaya çalışırken, onlara yeni alanlar açmaktan geri durmazdı. Bu yönüyle “tekil” değil “çoğul” bir yapılanmanın aydınlamacısıydı.

Oyun Yazarlığı Atölyesi için Hülya Nutku’yla onu Ankara’ya çağırmıştık. Atölye gününden bir gün önce gelip otele yerleşeceklerdi. Bir Pazar günüydü. Telefonum çaldı. Hülya Hoca, uçağı kaçırdıklarını söyledi. Nasıl telaşlandım, anlatamam. Ama Hülya Hoca çok sakindi. Arkadan Özdemir Hoca’nın kahkahası geliyordu. “Rahat ol!” dediler, “Taksiyle geliyoruz!” Kitapta bu anlatımı okuyunca yakın geçmişe gittim.

Özdemir Nutku ve onun kuşağının pek çok eğitimcisinin zihninde hep cumhuriyetin onlara sunduğu derinlikli bir idealizm yatıyordu. Hiç durmadan çalışmak, üretmek, yeni kuşaklara uzanmak bu bakışın sonucuydu. Taksiyle Ankara’ya gelişlerinin ardında da bu bilinç vardı.

Onun, anılarını yazarken, aynı zamanda geçmişiyle nasıl da ayrıntılı, yer yer de kendini yaralayıcı bir hesaplaşmaya girdiğinin tanığıyım. Bu nedenle Suda Ayak İzleri’nin ayrı bir anlamı var benim için. Bugüne kadar kaleme aldığı sayısız kitap ve çevirinin ardından son olarak anılarını kaleme alması bir döngüyü tamamlıyor.

Bir Kızılderili atasözü, “İnsan adının son kez anıldığı gün ölür” der. Özdemir Hoca bizimle yaşamaya devam ediyor.