SOL Parti tarafından düzenlenen ‘Tam Bağımsız Türkiye için Bağımsızlık Konferansı gerçekleştirildi. Konferansta, 9 oturumda birçok isim, bağımsızlık ve emperyalizm üzerine konuşmalar yaptı.

SOL Parti’den ‘Tam Bağımsız Türkiye için Bağımsızlık Konferansı’

SOL Parti’nin ‘Tam Bağımsız Türkiye için Bağımsızlık Konferansı’ gerçekleştirildi.

Konferans, Emperyalizmin Güncel İşleyişi, Sol ve Bağımsızlık" konusunda SOL Parti Başkanlar Kurulu Üyesi Önder İşleyen ve Korkut Boratav'ın konuşmalarıyla başladı.

EMPERYALİZMİN GÜNCEL İŞLEYİŞİ, SOL VE BAĞIMSIZLIK

Önder İşleyen, konferansı 6 Mayıs 1972’de hayatını kaybeden Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan nezdinde, bağımsız Türkiye mücadelesinde kaybedilen devrimcilerin anısına gerçekleştirildiğini söyleyerek başladığı konuşmasında, Türkiye’de bağımsızlık mücadelesinin önemine ve Türkiye’deki bağımsızlık tartışmalarına değindi.

İşleyen, şunları söyledi:

“Bu konferansı düzenliyoruz, çünkü bu mücadele 68’in donmuş bir karesi değil, bugünkü karanlık düzenden çıkışın da en önemli halkalarından birisidir.

Bugün de solda antiemperyalizm konusunda ciddi farklı biçimlerde kafa karışıklığının sürdüğünü de görüyoruz. AKP ile ABD arasındaki güncel çelişkilerden hareketle, AKP’ye sözde bir antiemperyalist misyon yükleyerek bu gerici sömürü düzeninin savunuculuğu yapan yeni bir yetmez ama evetçilik türedi.

Öte yandan düzen muhalefetinin Biden sonrasında küresel liberal restorasyon beklentisi içine girdiğini de görüyoruz. Öte yanda ise Kürt hareketinin ABD ile Suriye’de kurulan ‘ittifak’ ilişkisi ekseninde emperyalizme karşı hayırhah tutumlar geliştiğini de bir başka gerçek. Tüm bu kafa karışıklıkları muhalefet potansiyelini parçalarken aynı zamanda bu mevcut gerici rejime karşı mücadeleyi de zayıflatan sonuçlar üretiyor. Bağımsızlık mücadelesi, Türkiye’nin yeniden kuruluşunun en önemli halkalarından birisidir.”

Korkut Boratav da AKP dönemi bağımlılık ilişkilerine değindiği konuşmasında şunları söyledi:

“Türkiye’de emperyalizmle ilişkide sanki sözleri geçiyormuş gibi bir izlenim ortaya çıktı. Bunun komikliğini açıklayalım öncelikle emperyalizm ekonomik bir ilişkidir. Senin ekonominin dünyaya ciddi bir ihracatı var mıdır? Türkiye hala yabancı sermaye ithalatıyla hareket edebilen bir ülkedir.

Türkiye’de bir de saray iktidarı taşeronluktan alt emperyalist konuma geçme isteği duymuştur. İhvan şemsiyesi etrafında islami camianın alt lideri olmak. Bu macerada başarısız olmuştur Türkiye, çünkü büyük emperyalistin onayını alamamıştır. ABD’nin onayı olmayınca, pek sevdikleri Abdülhamit’in stratejisine sığındılar, büyük devletlerin arasında oyun oynayabilir miyim diye.

Trump döneminde bunu deneyip başarısız olmuşlardır. Ekonomik ve siyasi bağımlılığımız devam ediyor. Ölçüyü kaçırdığı zaman hemen krize giriyorsun.

Sosyalistler ekonomik bağımsızlığın yöntemlerini bulmak, tartışmak gerek. Bu da ancak emekçi iktidarıyla olabilir ki emekçiler nelerin kaybedileceğini nelerin kazanılacağını bilsinler. Umarım ki bu konferans bu konuları tartışmak için bir fırsat olsun.”

İKİNCİ OTURUM: 68'İN ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELESİ VE DEVRİMCİLER

Konferans, '68'in Anti-Emperyalist Mücadelesi ve Devrimciler' başlıklı ikinci oturumuyla devam etti:

Serpil Güvenç, "Bağımsızlığın unutulduğu bir dönemde böyle bir konferansta bana söz verdiği için SOL Parti’ye teşekkür ediyorum. O yıllarda bizler 20’li yaşlardaydık ve devrimin bize çok yakın olduğunu düşünüyorduk. Çünkü devrimci deneyimler yaşanıyordu. Sovyetler vardı ve halklar orada çok mutluydu. Çin’de, Küba’da devrimler gerçekleşmişti, Vietnam’da Hoşimi ve Vietkom gerillaları ABD emperyalizmine direniyorlardı. Dünyadaki gelişmeler bizlere de devrimin çok yakın olduğunu düşündürüyordu" dedi.

Güvenç, şöyle devam etti: "Dünya’da bunlar olurken Türkiye’de neler oluyordu? 1961 anayasasının sunduğu nisbi demokratik ortamın etkisiyle TİP, Meclis'e girmişti. Bağımsızlık, özgürlük, emek düşüncesi TİP’in Meclis'e girmesiyle daha da pekişti. Daha sonları parti gençliği elinde tutamasa da gençliğin antiemperyalist düşüncelerinin gelişmesinde önemli katkıları oldu. Türkiye NATO’ya üye olmuş, bunun için Kore savaşında evlatlarını yitirmişti. Meclis'te Mehmet Ali Aybar’ın Meclis konuşması bu açıdan önemliydi. “Ülkede 101 Amerikan üssü olduğunu ve vatan toprağının işgal altına olduğunu söylemişti.” Memleket işgal altındaydı, bizim ne yapmamız gerekiyordu. Bu bağımlılıktan kurtulmamız gerekiyordu. 2. bağımsızlık savaşı devrimci düşüncelerin gelişmesinde meşale oldu. 68’in birinci ayağı antiemperyalist bağımsızlık mücadelesiydi. İkinci ayağı devrimci gençlerin toplumun diğer kesimleri ile kurduğu ilişkiydi. Devrimci gençler işçi ve köylülerle iç içe geçmişlerdi."

Güvenç, şunları kaydetti:

"Denizlerin darağaçlarında, Mahirlerin Kızıldere’de, devrimci gençlerin sokaklarda katledilmesinin altında hem bağımsızlık mücadelesi vardı hem de gençliğin işçilerle köylülerle birlikte olması vardı. Bu durum egemen sınıfları ürküttü. İstikrarı bozulan egemen sınıflar 71’de anti-komünist paramiliter yapılarıyla, ordusuyla gençliğin üzerine çullandılar. Deniz’in asılırken söylediği son sözlerinde özetlenen fikirleri yok etmeye çalıştılar, ancak bugün konferans gösteriyor ki bunu başaramadılar. Tepeden tırnağa haklı olanlar, tepeden tırnağa alçak ve haksız olanlara karşı kazanacak.

Bugün umutsuz olmaya gerek yok. Amerika’da kapitalistler 'iktidarlarımızdan biraz vazgeçelim, sosyalist düşünceler gelişiyor' diyorlar, Kolombiya’da halk sokaklarda, Bolivya’da işbirlikçi hükümet kovuldu vb. Son olarak Marksizmin- Leninizmin yüce ideolojisi bize yol göstersin, yolumuz açık olsun."

Seyhan Erdoğdu ise açıklamasında şunları ifade etti:

"Denizler, Mahirler, 68 Kuşağının isimleri gençler açısından tarih sayfalarından devrimci yüzler. Ancak benim için 25-26 yaşında kalmış arkadaşlarım. Biz ÖDTÜ’de emperyalizme karşı, işçilerden emekçilerden yana devrimci gençlerdik. Marks’ın, Lenin’in, Mao’nun kitapları elimizden düşmezdi. 68 kuşağının temel özelliği tam bağımsızlık ve anti-emperyalist mücadeleydi.

Dünyadan etkilenmekle birlikte, kendi yerel özelliklerimiz mücadelede ağır basıyordu. Bir ayağımız kurtuluş savaşına basarken diğer ayağımız dünyadaki ezilen halkların kurtuluş mücadelesine basıyordu. 2. olarak sosyalisttik. İşçilerle köylülerle ve diğer toplumsal kesimlerin mücadeleleriyle birlikteydik. TİP’le, TÖS’le işçi sendikalarıyla çok sıkı ilişki içerisindeydik. 68 Türkiye’de eğitimin özelleştirmesine karşı mücadeleyle başladı. Daha sonra sorunların ancak düzen değişikliğiyle çözülebileceğine dair kanaat öğrenci hareketinin devrimci harekete doğru evrilmesine neden oldu.

Komünizme karşı olmakla, anti-komünist olmak aynı şeyler değildir. Anti komünizm emekten, bağımsızlıktan yana mücadeleleri ezmek için CIA ve ABD desteğiyle kurulmuş yapılardı. MTTB, Ülkü Ocakları vb. bunlara örnektir. Abdullah Gül, Tayip Erdoğan, Cemil Çiçek, Bülent Arınç, Fethullah Gülen bu isimlere örnektir. 68’liler sadece siyasal olarak değil, ekonomik olarak da bağımsızlıkçıydı. 47 devrimci örgüt ortak pazara, montaj sanayisine, karşı büyük bir miting örgütlemişti. Son olarak 68’lilerin halktan,emekden ve mazlum halklardan başka savundukları bir şey olmadı."

TANER TİMUR'UN SUNDUĞU BİLDİRİ: MİLLİYETÇİLİK, ANTİEMPERYALİZM VE BAĞIMSIZLIK

canli-sol-parti-nin-tam-bagimsiz-turkiye-icin-bagimsizlik-konferansi-basladi-873700-1.

Prof. Dr. Taner Timur, SOL Parti'nin ‘Tam Bağımsız Türkiye için Bağımsızlık Konferansı'na "Milliyetçilik, Antiemperyalizm ve Bağımsızlık" başlıklı bir bildiri sundu.

Bildiride, "Burjuva enternasyonali çağında yaşıyoruz ve buna karşı en geniş cephe de ancak enternasyonal açılımlı, yurtsever ve laik bir halk cephesi olabilir" denildi.

Taner Timur'un sunduğu bildirinin tamamı şöyle:

"Türkiye Cumhuriyeti, işgal altında bir ülkede kolonyalist ve emperyalist güçlere karşı verilen bir savaşla kuruldu. Bu savaş, adı o yıllarda açıkça konulmamış olsa da, aynı zamanda “cemaat”ten “millet”e, “şer’i” hukuktan “laik” hukuka geçiş kavgasıydı.

Daha Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında ilan edilen Amasya Tamimi’nde “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” denilerek “saltanat” hukuken yok sayılmıştı. Zaferden sonra emperyal güçler, hala medet umdukları İstanbul Hükümeti’ni de Lozan’a davet edince fiilen de yok edildi. Ölüm kalım kavgasının “kurtuluş” safhası bitmiş, “kuruluş” safhası başlamıştı.

***

Ulusal Kurtuluş Savaşımız verilirken Rusya’da da Lenin ve yoldaşları çöken Çarlık rejiminin enkazı üzerinde sosyalist bir rejim kurma çabası içindeydiler. Düşman aynıydı; siyaset felsefeleri farklı olsa da, devrimci güçler aynı düşmana karşı savaşmışlardı.

Rusya’da savaşa karşı çıkan ve “barış, ekmek, toprak!” sloganıyla Sovyetler iktidarını kuran Bolşevikler enternasyonalist bir anlayışın taşıyıcıları idiler. Mart 1919’da Üçüncü Enternasyonal da bu anlayışla kuruldu. Buna karşılık Anadolu’da, yarı feodal bir yapı üzerinde, ilhamını Fransız Devrimi’inden alan bir “milli devlet” kavgası verilmişti. Bunun ideolojisi de ancak “milliyetçilik” olabilirdi.

Oysa İslamcılığın doğal felsefe sayıldığı o günlerde “milliyetçilik” bile radikal sayılarak açıkça ifade edilemiyor, yer yer hilafetçi doktrin arkasına gizleniyordu. Nitekim Millet Meclisi’nin açılışı da bir Cuma gününe rastlatılmış ve Meclis ilk toplantısını dini törenle yapmıştı.

***

Aslında Batı’da çağdaş uluslar oluşurken, milliyetçilik, sol ve ilerici bir akım olarak doğmuş, fakat 1880’lerde şoven ve militarist karaktere bürünerek bir dünya savaşına yol açan çıkar kavgalarına kılıf teşkil etmiştir. İlginçtir ki bu son gelişmeler Osmanlı Devleti’ni de etkileyecek ve Türk milliyetçiliği bu ortamda oluşacaktır. Nitekim Osmanlı son dönemine damgasını vuran İttihatçı milliyetçilik de bu anlayışın ürünü oldu.

Böyle bir anlayışta sınıf kavgaları “ulusal kavga” olarak sunulur ve bu aldatmacada kaybeden de hep halk kitleleri olur. Nitekim Osmanlı gelişmesi de buna uygun oldu. Büyük Savaş içinde yazdığı (1916) bir makalede, Ziya Gökalp, “millet” anlayışının, “topluluğun üyeleri arasında tearüf (dostluk), başka millet üyelerine karşı da tenakür (düşmanlık)” duyguları üzerine dayandığını açıkça ifade etmişti. Böyle bir milliyetçilik, Alman emperyalizminin desteğiyle ve Alman komutanlarının yönetimi altında, imparatorluğu yeniden canlandırma hayallerini besledi ve bu da sonun başlangıcı oldu. Sarıkamış felaketi, Mısır’a “Kanal Harekatı”, Irak ve Suriye’de heder edilen halk çocukları hep bu hayalin ürünü oldular. Sonunda sadece imparatorluk değil, Anadolu da kaybedilecek hale geldi ve bu felaketin sorumluları da, yaptıklarının hesabını vermeden, bir Alman gemisiyle ülkeden kaçtılar.

***

Ulusal Kurtuluş Savaşı bambaşka bir “millet” ve “milliyetçilik” anlayışı ile yürütüldü. Memleket bir “harabe” halinde idi ve M. Kemal Paşa “biz hayatını, istiklalini kurtarmak için çalışan erbabı sayız, zavallı bir halkız!” diyordu. Savaş boyunca da emperyalist saldırganlarla halklar arasında bir ayrım yaptı ve halklar hakkında hiçbir düşmanca söz söylemedi. Eleştiri okları kolonyal ve emperyal “sistem”e çevrilmişti. Nitekim zaferden hemen sonra toplanan İktisat Kongresi’nde Osmanlı Devleti’ni“Batı sermayesini koruyan bir jandarma” olarak tanımlıyor ve “bir devlet ki, diyordu, tabasına koyduğu vergiyi ecnebilere koyamaz; bir devlet ki gümrükleri için rüsum muamelesi vesaire tanzimi hakkından men edilir; bir devlet ki ecnebiler üzerinde kaza hakkını tatbikten mahrumdur, o devlete müstakil denemez”.Bu tam bir “yarı sömürge” statüsünün ifadesiydi.

***

Atatürk, 14 Ağustos 1920’de, dolaylı şekilde İttihatçıları eleştirerek, kendi milliyetçilik anlayışını şöyle açıklamıştı: “Vakıa bize milliyetperver derler, fakat biz öyle milliyetperverleriz ki, bizimle teşriki mesai eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin icabatını tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz herhalde hodbinane ve mağrurane bir milliyetperverlik değildir”. Lozan’dan sonra “yurtta sulh, cihanda sulh” politikası da bu anlayış üzerine kuruldu. Atatürk, hayatının sonlarına doğru Türkiye’yi ziyaret eden (1937) Yunan Başkanı’na da, aynı anlayışla, “Ben Makedonyalıyım, diyordu, Selanik’te çocukluğumdan beri milletinizin çocuklarıyla tanıştım, dostluk ettim; daha o yaşlardan beri milletinize muhabbetim vardır”.

***

Ne var ki sınıfsal olarak daha çok küçük burjuvazinin devrimci kanadına dayanan bu milliyetçilik tek parti döneminde bile tam egemenlik kuramadı. İttihatçı kadroların büyük bir kısmı “Kemalist” olmuş, fakat eski zihni saplantılardan kurtulamamıştı. “Kemalistiz!” diyorlar, fakat “İttihatçı” gibi düşünüyorlardı. Böylece, Mustafa Kemal’in bugün daha çok “yurtseverlik” olarak anabileceğimiz “milliyetperver”liği ile İttihatçı milliyetçilik, aynı ad altında birleşti ve “Kemalizm” adı altında “sağ” ve “sol” kanatları olan bir “milliyetçilik” ortaya çıktı. Zaten zaferden hemen sonra İstanbul ticaret burjuvazisi harekete geçmiş ve daha Lozan bile imzalanmadan toplanan Türkiye İktisat Kongresi’ne damgasını vurmuştu.

***

Gerçekten de M. Kemal Paşa’nın bu Kongre’yi açış nutkuyla, Kongre’de alınan kararlar arasında açık bir çelişki vardır. Üstelik farklı sınıfsal temellerden kaynaklanan bu çelişki tüm tek parti dönemine de damgasını vurdu. Kurtuluş savaşını birlikte yöneten asker-sivil aydınlar ile Anadolu eşrafı arasındaki birlik bozulmuş, uluslararası kapitalizmin konjonktürel dalgalanmaları da bu ayrışmada belirleyici hale gelmişti. Liberalizmin egemen olduğu yıllarda İş Bankası ve çevresi ağır basıyor, izleyen buhran yıllarında ise Sovyet Rusya yardımıyla “plancı” bir uygulama başlıyordu.

***

Oysa buhran yıllarında bile egemen sınıflar kontrolü tamamen kaybetmedi. Ne var ki kendi solunu budayan ve Marksist sosyalistleri karşı-devrimci yobazlarla aynı kefeye koyarak susturan “Sağ Kemalizm” yapayalnız kalmıştı. Harekete “Türk nasyonalizmi”, “hareket ve tezat mantığı” ve “planlı ekonomi” gibi ilkelerle yeni bir atılım kazandırmaya çalışan Kadro dergisine bile tahammül edemedi ve dergi, İş Bankası çevrelerinden gelen baskılarla yayınına son verdi. Bu koşullar içinde de ileri yönde atılan her adım ters tepmeye, toprak ağalarını da yanına alan ticaret burjuvazisi tarafından püskürtülmeye başladı.

Bu kavgasının son halkalarını da Köy Enstitüleri ile Toprak reformu girişimleri teşkil etti ve her iki atılım da ilk darbeleri bizzat onu başlatanlar tarafından yediler. Arkadan gelen savaş ekonomisi, Milli Korunma Kanunu, karaborsa ve yokluk çığlıkları da bardağı taşıran damlalar oldular. “Şeflik” sistemi son barutunu da harcamış, artık biçimsel işlevini bile kaybetmişti. İsmet Paşa’nın son bir umutla rejime “demokratik” bir kılıf giydirme çabaları da durumu kurtaramadı, ticaret burjuvazisi-toprak ağaları koalisyonu iktidara yürüdü. Başı da Kurtuluş Savaşı’nın İttihatçı “Galip Hocası” ve Cumhuriyet’in İş Bankası kurucusu Celal Bayar çekiyordu.

Demokrat Parti’nin temsil ettiği sınıfsal koalisyon, kendisi bir darbeyle iktidardan uzaklaştırılmış olsa da, izleyen yıllarda çok daha palazlanarak siyasal hayata damgasını vuracaktı. Aynı sınıfların farklı parti isimleriyle iktidara gidip geldiği bu oyuna, görevi solu ezmek ve İMF reçetelerini uygulamakla sınırlı kalan darbeci “ara rejimler” de dahil oldu.

***

Aslında Türk siyasal yaşamına her dönemde uluslararası kapitalizm ve sermaye akımları damgasını vurdu. Sadece 1960’larda ABD’nin kirli emperyal savaşları, gençlerin başkaldırısıyla tetiklenen kitlesel işçi hareketlerine yol açmış, dünyada devrimci rüzgârlar estirmişti. Bu yıllarda Türkiye’de de antiemperyalist hareketin canlandığını ve sosyalistlerle (TİP, Demokratik Devrimciler vb) Sol Kemalistler (Yön Dergisi, CHP’nin sol kanadı vb) arasında -pek de uzun sürmeyen- bir dayanışmanın kurulduğunu görüyoruz.

Sonra?

Sonra bu dönem 1971 darbesiyle son buldu ve onu da 12 Eylülfaşizmi izledi. Artık uluslararası sermaye ve sözcüleri bu topraklarda daha da pervasızca at koşturma olanağına kavuşmuştu.

***

Yine de bu dönemi daha gerçekçi bir şekilde anlamak için küresel kapitalizm, milliyetçilik ve emperyalizm arasındaki ilişkileri tarihi maddecilik optiğinde değerlendirmemiz gerekiyor.

Emperyalizm, sermayedar sınıfların kendi ülkelerinde elde edemeyecekleri kârları yabancı ülkelerde sağlamak için sermaye ihraç etmeleridir. Bunun en verimli yolu da yüksek faizlerle borçlar vermek ve “portföy yatırımları” yapmaktır. Kapitalistler için en riskli, fakat sermaye çeken ülkeler açısından en olumlu sermaye ihracı ise “doğrudan yatırım”lardır. Marx, Kapital’de, sanayi yatırımlarını “bir ara yol, zorunlu bir ıstırap” olarak niteliyor ve “bu nedenle kapitalist üretim biçimine geçmiş bütün milletler, zaman zaman, üretim sürecinden geçmeden, parayla para yapmak tutkusuna kapılırlar” diyordu.

Aslında geçen yüzyılın başlarında ortaya atılan “emperyalizm” kuramları da bu saptamaya dayanmıştır. Kuşkusuz sermaye ihracı o dönemde alt yapı yatırımlarına büyük ölçüde ihtiyaç duyan kapitalist metropoller için bir kayıptı. Ne var ki onlar stratejik çıkarlarını düşünüyorlardı ve -Lenin’in dediği gibi-sermaye ihracı “çıkış ülkelerinde gelişmeyi bir dereceye kadar yavaşlatsa da, kapitalizmin dünyada derinlik ve yaygınlık kazanmasını sağlıyordu”. Bu demektir ki kapitalist üretim biçimi, başından itibaren periferide ilkel üretim biçimlerini tasfiye ederek “ilerlemeci” bir misyon da yükleniyor ve bu arada da çıkar alanını sürekli olarak genişletiyordu.

***

Bizde egemen tarih görüşünün “batılılaşma”, “modernleşme”, “çağdaşlaşma” gibi başlıklar altında sunduğu gelişmeler, aslında toplumun iç dinamiğinden çok, uluslararası sermayenin yüksek kâr arayışlarından kaynaklanmıştır. Adına ne denirse densin, Osmanlı Devleti’nde gerçekten de bir “ilerleme” vardı; fakat bu “ilerleme”nin neye mal olduğu ve yurt içinde nasıl bir sınıflaşmaya yol açtığı çoğu kez gözden kaçırılıyordu. Bu ortamda filizlenen “milliyetçilik” akımı da öncelikle sınıf çelişkilerini gizleyici bir işlev üstlenmişti.

***

Milliyetçilik bir analiz aracı değildir; egemen sınıfların kontrolünde kolektif bir dayanışma duygusunun seferberliğidir. Sınıflar arasında uçurumların olduğu toplumlarda bu tarz “dayanışma”lar da sadece egemen sınıfların lehine işler. Bu yüzden koyu milliyetçi politikalar hep ultra-liberal uygulamalarla bir arada yürütülür.

Nitekim bizde de öyle oldu. Siyaset kuramcıları Türkçü Ziya Gökalp olan İttihatçıların, maliye bakanlarının da ultra-liberal Cavit Bey olması bir rastlantı değildi ve daha sonraki gelişmeler de bu şemaya uygun oldu. Böylece CHP içinde finans desteğiyle güç kazanan Celal Bayar, bu güçle daha sonra CHP iktidarına son veriyor; siyasete TOBB Başkanı olarak adım atan Necmettin Erbakan daha 1960’larda milliyetçiliğe bir de İslamcı boyut katıyor; silahlı çatışmaların yaygınlaştığı günlerde Demirel, “bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz” diyor; siyasal kariyerini İMF reçetesine ve 12 Eylül cuntasına borçlu olan Özal da kambiyo rejimimizi “Fransa, İtalya ve Yunanistan’dan daha serbest hale” getirmekle övünüyordu. AKP dönemine böyle girdik.

***

Yirmi yıla yaklaşan bu uzun dönemde AKP politikası sadece Özal liberalizmiyle yetinmedi, giderek buna bir de İhvancı boyut ve dış politika aktivizmi ekledi. Tutarsızlıklar içinde uygulanan ve sadece sermaye bağımlılığında tutarlı olan AKP politikası üzerinde durmayacağım; bu politika her alanda (ekonomi, hukuk, etik) iflas etmiş bulunuyor ve bu durum artık secim anketlerinde de karşılığını buluyor. Ne var ki geride kalacak “miras” gelecek iktidarlara yük olacağa benziyor ve asıl tehlike de buradan doğuyor. Öyle ki, eğer ana muhalefet, sınıfsal analizi bir yana bırakarak AKP ile “milliyetçilik” yarışına girer ve “bağımsızlık” adına AKP’nin dış maceralarını da hararetle desteklemeye devam ederse, geleceğe umutla bakılamaz! Bu tutumuyla ülkeninuluslararası plandaki yalnızlığına da bir almaşık oluşturamaz.

Aslında kapitalizm çoktandır küresel bir sisteme dönüştü ve -olumlu, olumsuz yönleriyle- bağımsızlıkları sınırladı. Bu yüz elli yıllık süreç içinde de Osmanlı sarrafları çoktan banker; bezirgânları büyük tüccar ve fabrikatör; mültezimleri de müteahhit haline geldiler. Artık demokrasi kavgaları da küreselleşti ve bu hiç de yeni bir şey değil. Burjuva enternasyonali çağında yaşıyoruz ve buna karşı en geniş cephe de ancak enternasyonal açılımlı, yurtsever ve laik bir halk cephesi olabilir. Uluslararası sermaye de, bu aşamada, ancak böyle bir politikayla kontrol altına alınabilir ve oligarşik çıkarlar yerine, halk çıkarlarına hizmete yöneltilebilir."

DÖRDÜNCÜ OTURUM: EMPERYALİZM VE YENİ DÜNYA DÜZENİ

Konferansın dördüncü oturumu 'Emperyalizm ve Yeni Dünya Düzeni' başlığıyla devam etti.

İlhan Uzgel, emperyalizmin çağlar içerisinde gelişim sürecini anlattığı konuşmasında, “Emperyalizmin yeni yayılma biçimi yalnızca Amerikan uçak gemisinde de değil, artık toplumların içerisinde ilerliyor. VİSA kartlarından, mevduat hesaplarının yarısının dolar kadar işlenişine hayat pratiklerini içerisine girdi."

"Kontrgerillayla, işgaliyle, postalıyla gördüğümüz askeri haliyle emperyalizmi anlamak ve karşısında durmak daha kolaydı fakat artık bildiğimiz görüntülerinin ötesine geçti" diyen Uzgel, şunları söyledi:

"Suriye'nin kendi içine çöküşü düşünülürse de aslında vesayet savaşı dediğimiz biçimin emperyalizmi nasıl evirilttiğini görüyoruz. Irak savaşı ülkelerin bizatihi dahil olduğu son savaştı. Üstelik emperyalizmin merkezi olarak gördüğümüz ABD aslında bu süreci zayıflayarak geçiriyor. Bu durum kapitalist merkezleri arasında bir gerilime yol açıyor. Küresel kapitalizmin liderliği savaşını tetikliyor. ABD Çin’in büyümesini bilindik yöntemlerle engellemeye çalıştı fakat başarılı olamadı. Bu bir yenişememe süreci getirdi. Fakat bu yeni emperyalist dönemde yeni bir sol müdahale araya girmezse kazanan yine ABD olacak."

BEŞİNCİ OTURUM: EKONOMİDE BAĞIMLILIK VE BAĞIMSIZ BİR EKONOMİ POLİTİKASI

SOL Parti'nin ‘Tam Bağımsız Türkiye için Bağımsızlık Konferansı’nda beşinci oturum 'Ekonomide Bağımlılık ve Bağımsız Bir Ekonomi Politikası' başlığıyla gerçekleşti.

Anıl Aba’nın moderasyonu üstlendiği ve Aziz Konukman ile Ozan Gündoğdu’nun konuşmacı olarak katıldığı Ekonomide Bağımlılık ve Bağımsız Bir Ekonomi Politikası başlıklı oturumda Türkiye ekonomisindeki bağımlılık süreci ve Türkiye’nin ekonomi politikasını emperyalist bağımlılık ilişkilerinden kurtarmak için ihtiyacı olan sol politikalar konuşuldu.

Anıl Aba şunları söyledi: "Bugün kapitalizmin biriken çelişkileri sürdürülemez noktaya gelmiş durumda. Artan işsizlik, genç işsizlik, güvencesizleşme, finansal istikrarsızlık, gelir dağılımı adaletsizliği, servet dağılımı adaletsizliği rekor seviyelere ulaşmışken bildiğimiz kapitalizmin 21. yüzyılı tamamlaması zor görünüyor."

Aziz Konukman ise şunları vurguladı: "Merkezden değil, yerel mekanizmaları dikkate alan katılımcı bir planlamaya ihtiyaç var. Bütün demokratik kitle örgütleri, meslek örgütleri, sendikaların katılımıyla gerçekleşmesi lazım. İkincisi mutlaka toplumsal cinsiyete dayalı bir bütçeleme olmalı. Üçüncüsü çevreye dayalı bir bütçelemeye ihtiyacımız var. Sosyalistler sadece insan odaklı bir büyüme düşünemezler. Bunu temel aktörleri de KİT'ler olmalıdır. Öncelikle özelleştirilenler kamulaştırılacak. Öyle yağma yok. Bugün özelleştirilen o KİT'ler olsaydı, bu kuyruklar olmayacaktı.

Ozan Gündoğdu da konuşmasında şunları ifade etti:

"Şimdiki hükümet yetkilileri ihracata dayalı büyüme modelini iyi bir şeymiş gibi pazarlıyor. Bazı sosyal demokratlar da sosyalistler de ihracatımız artarsa dışarıya bağımsız oluruz zannına kapılabiliyorlar. Halbuki 80'den itibaren Türkiye’ye dayatılan bu model bağımlılık ilişkilerinin çok daha derinleşmesine sebep oluyor.

Sermayenin ezelden beri serbest dolaşması gibi bir durum söz konusu değil. 89’dan itibaren hız kazanmış bir süreçten bahsediyoruz. Sermayenin böylesi serbest olduğu bir rejimde emperyalizm ile gelişmekte olan bir ülke arasındaki bağımlılık ilişkileri çok derinleşiyor. Bu ilişkilerin en önemli sonucu ise sanayisizleşme olarak ortaya çıkıyor ve sanayiyi de tümüyle KOBİ'lere bırakıyorsunuz. Bunun sonuçları işsizlik, sürekli ekonomik kriz tehdidi, belirsizlik ve dalgalanma ile yaşamak oluyor. Bunun çözümü de KİT'lerin kamulaştırılması, kamunun yatırımlarda doğrudan söz sahibi olması."

ALTINCI OTURUM: GIDA VE EKOLOJİ, EMPERYALİZM VE YIKIM

Konferansın altıncı oturumu, "Gıda ve Ekoloji, Emperyalizm ve Yıkım" konusuyla devam etti.

Özge Güneş, oturumda Türkiye’nin gıdada nasıl bağımlı hale geldiğini şu şekilde anlattı: "IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlara teslim edilmesi ile gıdanın uluslararası serbest piyasaya tabiyetine kurumsallaşır. Dışa bağımlılık gıdanın metalaşmasını kolaylaştırmıştır, neoliberal sistemin genişlemesinin zemini olmuştur, endüstriyel tarımı yaygınlaştırmıştır. Kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, uluslararası tekellerin gıdayı kontrol eder hale gelişinin kolaylaştırılması, tohumculuk kanunu, çiftçinin direncinin kırılması da AKP dönemi tarımın bağımlı hale getirilme sürecinin önemli adımları."

Ekoloji konusunda emperyalist egemenlik ilişkileri içerisinde olumlu bir adım atılmasının imkanı olmadığını dile getiren Fevzi Özlüer ise 2Yeni Düzen' tartışmalarına yönelik olarak şunları söyledi:

“Buna karşın söylemek gerekli ki, 2030 yılında karbonsuzlaştırma hedefinin başarılması için, her yıl 1000 adetten toplam 10 bin büyük rüzgar türbininin devreye alınması anlamına geliyor ki bunun gerçekçi olmadığı çok açık. Diğer yandan fosilden yenilenebilir enerji üretimine geçiş, iklim sorununa yetersiz bir çözüm olması bir yana enerji talebi azaltılmadan sürekli artan enerji talebinin yenilebilir enerji ile karşılamaya çalışmak ekolojik krizi derinleştirerek doğa üzerindeki yükü arttıracağı aşikar..”

YEDİNCİ OTURUM: SİYASAL İSLAM VE EMPERYALİZM

Konferansın yedinci oturumu "Siyasal İslam ve Emperyalizm, Tarihsel ve Güncel Konumlanma" başlığıyla devam etti.

Merdan Yanardağ açıklamasında, “Bağımsızlık sloganı unutuldu. Evet antikapitalist olmadan antiemperyalist olunamaz ancak tersi de doğrudur. Tutarlı bir anti-emperyalist olunmadan anti-kapitalist de olunamaz. Mahir Çayan’ın siyaset literatürüne büyük bir katkısıdır, 'Emperyalizm artık içkin bir meseledir'. Bu mücadeleyi ulusalcılık olarak lekelemek liberal bir çabadır. Bayraklardan arınılmış gibi davranılıyor fakat emperyalist ülkelerin bayrakları yerinde duruyor. Emperyalizme karşı mücadeleye en büyük saldırı liberallerden, İslamcılardan ve Kürt hareketinden geldi.”

Barış İnce ise şunları ifade etti: “Devletler hâla kendi sermayelerini kolluyor. Devletsiz bir dünyada değiliz. IMF gibi örgütler küçük ülkelerde sınırları kaldırıp buna küreselleşme dediler. Halbuki bu büyük balığın küçük balığı yuttuğu bir sömürü sistemiydi. Bağımsız Türkiye denince sanki ABD dünyaya özgürlük getirmiş, biz ise kapıyı, pencereyi kapatıp dünyadan kopacakmışız gibi davranılıyor. Ana muhalefette de sosyal medyada da emperyalist ABD ve AB’nin Erdoğan’a karşı tavrı alkışlanıyor. Halbuki bu iki emperyalist odak bizim bugün AKP iktidarı içerisinde yaşamamızın asıl sebebi.”

SEKİZİNCİ OTURUM: BAĞIMSIZLIK İÇİN SOL PROGRAM

SOL Parti'nin düzenlediği konferansın sekizinci oturumu 'Bağımsızlık için SOL Program' konusuyla devam etti:

Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu, ülkede solun emperyalizm karşıtı politikalarının ne neoliberal ne de ulusalcı eğilimlere düşmemesi gerektiğini belirtti.

Kozanoğlu, şunları söyledi:

“Ülkede İncirlik başta olmak üzere 40’a yakın ABD üssüne karşı olurken, aynı zamanda Türkiye’nin Suriye ve diğer ülkelerdeki operasyonlarına da aynı şekilde karşı olmak gerekir.

Emperyalizmle mücadelenin en temel noktalarından biri liberal ekonomi politikaları. TEKEL’den PETKİM’e ülkenin en önemli üretim kaynaklarının birer birer özelleştirilmesi bir emperyalizm meselesidir.

Tam bağımsızlık sloganı içi boş bir slogan değil bir zihniyet, bir tavırdır. Deniz, Mahir ve İbrahim'in mücadelesine sahip çıkmak, sürdürmektir.

Emperyalizmin artık sona erdiği, küresel yekpare bir dünyada yaşadığımız inancı, geçtiğimiz süreçler içerisinde yanlışlığını gösterdi. Kapitalist bir küresel dünyanın iki kutuplu dünyanın yerini aldığını sananlar, tam bağımsızlık denince yerinden hopluyordu. Çünkü tam bağımsızlık ancak antikapitalist ve antiemperyalist mücadelelerin birlikteliğiyle olabilir.
Bu mücadele halk egemenliğini, demokratik, güç ve mülkiyet ilişkilerinden arındırılmış bir Türkiye perspektifini de içerir."

DOKUZUNCU OTURUM: EMPERYALİZM VE ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELE

Bülent Forta, 78 döneminde bağımsızlık mücadelesinin önemine şöyle değindi; “Anti emperyalist mücadeleyle anti emperyalist mücadele gençlikte iç içeydi. 68 gençliği için 6. Filo neyse, bizim için de Kissinger protestoları oydu.

Türkiye’de 74’ten 80’e kadar giden mücadelenin ‘bizim çocuklar yaptı’ sözleriyle bitirilmesini düşündüğümüzde anti emperyalizm meselesinin o dönemin mücadelesi ve olaylarının en temel çelişkilerinden biri olduğunu söylemek mümkün.

Anti emperyalist olmadan devrimci olabilmek mümkün değildir. Emperyalizmin yerine küreselleşme diye belirsiz bir kelimenin ikame edilmesinin sola etkisini de hatırlamak gerekir.

Menderes’ten, Demirel’den bugün AKP’ye kadar gelen ulusal politikaların kimi zaman küresel politikalarla çelişmesinden kalkıp, bir anti emperyalizm hikayesi çıkarmak komiktir.

Mahir Çayan’ın tespit ettiği, emperyalizmin içsel bir olgu olması, bugün anti emperyalist mücadelenin iktidarla mücadeleyle birleşik olduğu anlamına gelir. Ulusal, milliyetçi bir temelde anti emperyalizm olamaz. Bu ancak Doğu Perinçek’e sürükler. Bu yüzden de anti emperyalizm ancak devrimcilerin verebileceği bir mücadeledir.”