Maja Lunde’nin 40’tan fazla ülkede çok satanlar listesine giren bilimkurgu romanı Arıların Tarihi, arıların yok olduğu bir dünyanın ana hatlarını çizerek, böylesi bir durumda kaçınılmaz olan fütüristik bir tarihi resmediyor.

Değişimin anahtarı hepimizin elinde
Maja Lunde (Fotoğraf: BirGün)

Ümit MUTLU

İnsanlık olarak, doğaya verdiğimiz zararların büyük kısmını, doğadaki her şeyin -hatta bizzat doğanın bile- bize ait olduğuna dair bir ön kabulle, kendi kibrimizden cesaret alarak yapıyoruz. Ormanları yok ediyoruz, sınırsızca avlanıyoruz, delice maden çıkarıyoruz, atmosfere saldığımız gazları hiç düşünmüyoruz. Doğa, en azından hâlâ, buna aşırı tepki vermiyor ama ufaktan ufaktan fragmanlar da gösteriyor: durdurulamayan orman yangınları, küresel ısınma başlangıcı, tükenen türler... Tükenen türler arasında şimdilik arılar yok; ama bu, olmayacağı anlamına da gelmiyor.

Norveçli yazar Maja Lunde, Arıların Tarihi adlı romanında bu durumu üç farklı çağda yaşayan üç farklı kişinin gözünden, tarihe âdeta tanıklık ettirerek anlatıyor. Kırktan fazla ülkede dört milyondan fazla okura ulaşan, çoksatanlar listelerinde uzun süre tutunan bu çarpıcı romanla ilgili yazarla bir söyleşi yaptık.

Eco-fiction, tarihi çok eskilere dayansa da son yıllarda tekrar yükselişe geçen bir alttür. Nedenleri arasında, gezegene verdiğimiz zararlar var. Sanatçılar da bu tehlikeye dikkat çekmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Sizin için bu ilhamın kaynağı ne oldu? Ekolojik duyarlılıkta dünyada üst sıralarda yer alan Norveç gibi bir ülkede yaşamak, bunda etkili mi?

Elbette. Fakat sahip olduğu onca doğal güzelliğe ve “koruma” odaklı steril toplumsal yapısına rağmen Norveç aynı zamanda küresel iklim değişikliğine olumsuz etkisi azımsanmayacak, önemli bir petrol üreticisi. Bu çelişki beni rahatsız ediyor. Bu konuda ülkemle daha fazla gurur duyabilmeyi gerçekten dilerdim. Yeşil devrimin öncüsü olabilecek bir konumdayız ama asla yeterince çaba sarf etmiyoruz. Sanırım yaşadığım hayal kırıklığı beni bu konuda, iklim ve doğa hakkında yazmaya itiyor.

Kitapta üç farklı zaman diliminin yanı sıra iki de farklı katman var: Arıların yok oluş süreci ile başkarakterlerin ailevi ilişkileri. Tıpkı arılar gibi onlar da küçük kovanlarında yaşıyorlar fakat arıların aksine, aralarında iyi bir iletişim yok, ailevi ilişkiler en az arı kovanları kadar girift olabiliyor. Bu paralelliği hangi açılardan ele aldınız?

Aile ilişkilerine dair dinamikler ile arıların yaşamları arasında paralellik çizerek, her iki sistemin de karmaşık iletişim tarzlarının hükmü altında ve işbirliğine ağır biçimde bağımlı olduğunu vurgulamayı amaçladım. Ve elbette, hepimizin birbirimize bağlı olduğunu da unutmamak lazım. Yazma sürecinde, arıların kovanlarında nasıl iletişim kurduklarını ve işbirliği yaptıklarını inceledim; gerçekten de aile içindeki karmaşık ilişkilere çok benziyor. Her aile, tıpkı arı kovanı gibi, kendi belirsiz kuralları ve etkileşimleriyle işler; ben de bu hassas sistemlerin kırılganlığını -ve aynı zamanda gücünü- keşfetmek istedim. Ayrıca gezegeni tek bir büyük arı kovanı, bir süper organizma olarak görebiliriz: Burada da hepimiz birbirimize bağlıyız.

Yine de roman temelde insanlar hakkında. Yazma sürecinde, farklı zaman ve mekânlarda yaşayan üç ana karakter ortaya çıktı ve ben hepsinin de ciddi ortak noktalar paylaştıklarını gördüm. Her biri özlem, korku, umut, mücadele ruhu ve teslimiyetle tükenmiş hâldeydi. Evrensel arzuları çocukları için en iyisini yapmaktı, önlerindeki yol tamamen belirsiz olsa bile.

Kitapta da benzer şekilde, arıların karşılaştığı yok oluş tehdidini aile yaşamının karmaşık işleyişiyle iç içe geçirerek, her ikisinin de birbirine bağımlı ve savunmasız olduğunu vurgulamaya çalıştım. Üç karakterin hikâyesi de aslında bir ebeveyn-çocuk ilişkisi; ki bu, üç çocuk annesi olan bende de bizzat etki yaratıyor. Böylesi bir bağ, yani ebeveyn-çocuk ilişkisi, büyük sevgi içermesinin yanı sıra önemli bir belirsizlikle de kendini sınıyor. Ebeveynler olarak, çocuklarımızın gelişimini izleriz ve bu, aile içindeki rollerimizi ve sorumluluklarımızı sürekli yeniden şekillendirir. Bu daimi değişim önümüze yeni zorluklar ve dersler çıkarır ama aynı zamanda hayata dair, ebeveynliğe dair sonsuz bir minnettarlık da sağlar.

Romanınız üç farklı coğrafyada, üç farklı kültürde geçiyor. Coğrafya kader mi? Başkarakterlerinizin faklı yaklaşımları, kültürel farklılıklarından mı kaynaklanıyor? Üç karakter aynı ülkede farklı zamanlarda yaşasaydı, hikâyenin akışında değişiklik olur muydu?

Karakterlerin farklı mekân ve kültürleri ne düşündüklerini, ne yaptıklarını elbette etkiliyor. Ama bence, hikâye farklı zamanlarda ve aynı ülkede geçse bile temel insani deneyimler ve çevresel etkiler muhtemelen aynı olurdu. Farklı kültürlerden insanlar farklı düşünebilir ve farklı tepki verebilirler fakat çevresel zararların yarattığı sorunlar, kimin nereli olduğunu gözetmeksizin herkesi etkiler. Ve doğaya güvenememeye başlarsan, her şey belirsiz hâle gelir. Sanırım, coğrafya bir yere kadar kaderdir diyebiliriz.

Sanatçının görevi dikkat çekmenin yanı sıra umut vermek de olmalı ve siz de hayatın her şeye rağmen yeniden yol yaratabileceğini vurguluyorsunuz. Hakiki dünyaya bakarsak, insanlık olarak “dönüşü olmayan noktayı” geçtik mi?

Tarihçi, çevre aktivisti ve kutup kâşifi Robert Swan, “Gezegenimize yönelik en büyük tehdit, onu kurtaracak birilerinin illaki bulunacağına inanmaktır” diyor. Bence kendimize şu soruları sormalıyız: İklim ve doğa krizi karşısında ben “kim” olacağım? Neler yapabilirim? Kişisel olarak neler yapabilirim? İşyerim veya okulum ne yapabilir? Hayatımı nasıl planlayabilirim de sorunun değil, çözümün parçası olabilirim? Değişimin anahtarları hepimizin elinde. Evde, mahallede, işte, yerel politikada veya belki ulusal ve uluslararası arenada. Ve tabii ki, sandık başında. Bu anahtarları kullanmalıyız. Çünkü aktif olmak, eylem hâlinde olmak, korku ve çaresizlik hislerine karşı yardımcı olur. Dünyayı doğru yöne taşıyan tüm küçük seçimler, en küçük şeyler bile buna katkı sağlar, bu kesin bir gerçektir. Ve umut, aslında en küçük şeylerde yatar. Küçük ama çok güçlü bireylerde. Umut etmeyi en çok çocuklarımıza borçluyuz. Umut bence eylemle ayrılmaz şekilde bağlantılı. Evet, bazı bağlamlarda geri dönüşü olmayan noktayı biraz geçtik fakat eyleme geçmek için asla geç değil.

Temiz, akıcı, basit, anlaşılır bir diliniz var; kitabın bölümleri de kısa ve rahat okunacak şekilde tasarlanmış. Bu tarzı benimsemenizin sebebi ne? Edebî tarzını anlatabilir misiniz?

Romanın tarzını karakterlerin sesleri sayesinde bulduğumu söyleyebilirim. Her biri farklı bir tarz ve ton kullanıyor. Ben yazarken, önce içimden yazarım; hatta dürüst olmak gerekirse o sırada okuru nadiren düşünürüm. Ama hikâyenin ve yazdığım karakterin gerçek, yer yer de otantik olması şarttır. Tabii sanırım bunda film ve dizi senaryoları kaleme almamın da etkisi var; kurguyu önemsiyorum ve yazarken bu “senaryovari” tarzı zaman zaman hissettirdiğimi düşünüyorum.

Kurgu demişken, güçlü içeriğinin yanı sıra kitabın gerçekten güçlü de bir kurgusu var; kişiler ve olaylar hiç beklenmeyecek, yaratıcı bir şekilde kesişip nihayete eriyor. 250 yıla yayılan bu zorlayıcı kurguyu nasıl tasarladınız?

250 yılı aşan ve sonunda bir şekilde kesişen, birbirine bağlı bir kurgu tasarlamak bu romanı yazmanın en zorlayıcı kısımlarından biriydi doğrusu. Ama başardığımda, en büyük hazzı da bundan aldım. Öncesinde her karakterin hikâyesini ayrı ayrı planladım, böylece karakterlerin ve olayların anlamlı ve şaşırtıcı şekillerde kesişeceğinden emin oldum. Sonunda da romanın nesiller boyu sürecek o etkileşim ve etki temalarını pekiştirdim. Yani yine evvela karakterleri ve hikâyeyi öncelemeye çabaladım diyebilirim.

Edebiyata çocuk kitapları yazarak başladınız ama sonra Arıların Tarihi’yle yetişkin edebiyatına iddialı bir giriş yaptınız. Bundan sonra yine çocuk kitapları kaleme alma fikriniz var mı? Çocuklar için yazmak, yetişkin edebiyatındaki maceranızda size ne gibi katkılar sağladı?

Çocuklar için kitaplar yazmaya devam ediyorum aslında. Ama sanırım o kitapları da sadece çocuklara değil, tüm yaş gruplarına uygun olarak görüyorum. Sıkça vurguladığım gibi, benim için öncelikli olan şey yarattığım karakterlerin ve anlattığım hikâyelerin otantikliği; başkahramanımın çocuk veya yetişkin olması pek fark etmiyor. Bununla beraber, çocukluk kavramına ve çocukların doğal kırılganlığına dair derin bir ilgim var ve bu ilgi, yazın serüvenime şekil veriyor. Neredeyse tüm kitaplarım bir şekilde çocuklar ve büyüme deneyimleriyle ilgili temaları yansıtıyor.

Bilimkurgunun edebiyatta, beyazperde ve beyazcamda yükselişi var. Teknolojik gelişmeler, bu türü nasıl etkileyebilir? Zizi derinden etkileyen bilimkurgu eserleri hangileri?

Böyle bir yükseliş her alanda söz konusu, Bu, mevcut teknolojik ilerlemelerimizle ve gelecek hakkında ortaya çıkardığı sorularla bağlantılı olabilir. Dünya belirsizleştiği zaman, geleceğin bize neler getireceğine dair cevaplar ararız ve spekülatif kurmaca burada bize yardımcı olur: Geleceği keşfetmemize, zamanımızın etik sorunlarını ele almamıza ve bu tartışmaların nasıl gelişebileceğine dair içgörüler edinmemizi sağlar. Beni etkileyen, sevdiğim bilimkurgu eserleri arasında ise başrolünde Viggo Mortensen’in yer aldığı Yol adlı filmi, Damızlık Kızın Öyküsü dizisini ve 2019 yapımı Yıllar ve Yıllar adlı mini diziyi sayabilirim.