Devlet, insan soyunun zekâsına edilmiş hakarettir. Her türlüsü elinde olsa da o senden yine de kişisel bilgilerini noter marifetiyle ister, noterler de para kazanabilmelidir. Kibirdir devlet. Bıyıktır, kravattır, sıkıcı, boğucu takım elbisedir.

Devlet, kirli bir şeydir...

ONUR CAYMAZ onurcaymaz@hotmail.com

Devlet dediğin kirli iş arkadaş! Bir çeşit yasal mafya. Bunu bildiği için “adalet olmayınca devlet büyük bir çeteden başka nedir ki” demiş Augustinus. Devletin işleyiş mantığı, seni otopark mafyasından kurtardığını söylerken İspark denen korkunçluğa mahkum etmesidir. Dünya tarihinde gerçekleşmiş en büyük suçlar ve soykırımlar (Kızılderililerden tutun da Sivas Katliamı’na dek) ya devlet tarafından yapılmıştır ya da olan bitende devletin parmağı olduğu bilinir. Daha cebine girmeden aldığın maaşa el koyar; kullandığın arabanın benzininden haraç keser; canı isterse banka hesabını dondurup donuna dek alır, bu don niye paçalı değil, paçalı olsun diye kararname bile çıkarabilir. İstemediğin şeyi çocuğuna öğretme yetkisi olduğunu düşünecek kadar büyük görür kendini devlet, yeter ki istesin! Devlet, insan soyunun zekâsına edilmiş hakarettir. Her türlüsü elinde olsa da o senden yine de kişisel bilgilerini noter marifetiyle ister, noterler de para kazanabilmelidir. Hiçbir şey deme hakkın yoktur. Kibirdir devlet. Bıyıktır, kravattır, sıkıcı, boğucu takım elbisedir. Devlet sigara içip kanserden öleceklerin yaşına göre emeklilik yaşı belirler, halihazırda ölecek kişiler için boşa masraf etmek istemez. Devlet, beceremediği şeyi yasaklamasıyla gündemdedir. Şöyle buyurmuş Zerdüşt: “İyi ve kötü, bütün zehir içenlerin bulunduğu yere, devlet derim; iyi ve kötü, herkesin kendisini kaybettiği yere, devlet derim; herkesin yavaş yavaş ölümüne ‘hayat’ denilen yere devlet derim..” Bu Zerdüşt de işte böyledir! Dikenli teldir devlet, aynı düzlüğe basan ayakları, anayasa diye bir şeyle ayırıverir, aynı kan dolaşıyorken herkesin damarında, dikenli telin pasını karıştırır içeri. Eline silah alanı suçlar ama belli yaştan sonra silah vermek için çağırır seni; hatta silah vermemek adına para bile ister. Güvenlik sağlar ama kendi anladığı biçimde; eğitim verir, yine kendi anladığı biçimde. Kendi bilgisi dışında hiçbir şeyin doğru olduğuna inanmaz, korkunç bir babadır devlet. Devlet, yatırımcıların risk iştahıdır, dalgalı kura emanet edilmiş işçi çocukların elleridir, grev kırıcılıktır, süttozudur, yardımdır, makarnadır, ekmek almaya giderkendir devlet; Berkin’dir, İbrahim Aras’tır, Ali İsmail’dir, Uğur Kaymaz’dır. Yaşayan ve güzel olan her şeyi on sekizde serbest bırakırken on yedisinde çocuğu asmaktır; ne diyordu küçük İskender bir şiirinde: “meyve vermeyen tek ağaç darağacıdır...” Devlet, olgun bir meyve gibi parıldayan insanların çürümesidir. Vicdan dışında her yolu bilse de daha çok yol yapar devlet, fakirler sevinsin ister. Oysa yol, yeni yerlere yeni binalar, rantlar sağlamaya yarar. Devlet baraj yapar, fakirler sevinsin ister. Oysa barajın, herhangi bir fakirin sofrasına bir şey kattığı görülmemiştir. Devlet her zaman fakirden ister, zenginlerden istediği hiç görülmemiştir; zaten devlet, yapısı gereği zenginler içindir. Devlet kendisine kutsal der; oysa kutsal olan, solucandan yaprağa, ırmaktan maymuna, kuştan insana, sadece yaşam hakkıdır; yaşama, var olma, düşünme, konuşma, sevişme, barınma, delirme, inanma, inanmama hakkı! Devlet, dünyada her gece bir milyara yakın çocuğun aç uyuduğunu düşünmez, onun tek derdi tok uyuyanların vergi iadesidir; telefon görüşmeleri, ekstresi, kişisel bilgisi. ÖTV’den bile KDV alarak verginin vergisini üretebilir. Verginin vergisinin vergisini bile üretse fark etmez, kimse bir şey dememektedir. Devlet, faiz haram diyenlere, başkasının parasını faiziyle iade etmektir.

ANKARA, SANA GELİYORUM...
Cemal Süreya bir şiirinde, “Ankara, ey iyi kalpli üvey ana” der. Dağılıp azalan, toparlanıp çoğalan griliklerdir Ankara. Kötü değil, kederli sadece; yaka mendili, bir şişe gelincik şerbeti ya da nane likörü... Melih Gökçek’i hiç umursamıyorum, daha çok Sakarya Caddesi’nde ne aradığını anlamadığım bir balıkçı, çatılardan birindeki martının orada ne işi olduğu, sonra daha çok bir Van Kahvaltı Salonu, daha çok parklar, daha çok bir göl ve Tanpınar’ın Beş Şehir’i, Atatürk Orman Çiftliği ayranıyla sabah simidi ve Kale’nin arka sokakları, sadece cumartesi günleri açılan pazarlar, Ankara karşılaması, Kral ve Ben diye bir pavyon... Diyeceğim o ki yine Ankara’ya geliyorum. Kitaplarla dolu kafeler, Mülkiyeliler’de unutulmuş Ahmet Erhan, Behçet Aysan’dan iki üç dize, küçük lokantalar... İşte yine Ankara. Bir ucu illa ki devlet dairelerine çıkan dar yollar... Bir zamanlar Orhan Kemal de trene binip geliverirmiş Haydarpaşa’dan, yemekli vagonda demlenirmiş, şimdi içki de yasak, Haydarpaşa da bitti zaten. Ne fark eder, “biz” halen yasak değiliz, Ankara’ya geliyorum o yüzden. Niye mi? Dört dönemdir Gümüşlük Akademisi – İstanbul şubesinde sürdürdüğüm Yaratıcı Okurluk Atölyesi’ni bu kez Uluslararası Öykü Günleri Derneği çatısı altında, Kızılay’daki dernek binasında başlatıyoruz. Ne yapacağız anlatayım. Yaratıcı yazarlık denen mevzuya itibar etmem; iyi okurun, kötü yazardan iyi olduğunu, zaten kendisini iyi kitaplarla besleyen kişinin, az çok yazabileceğini, fakat mayasında yoksa insanın yazar olamayacağını düşünüyorum. Bu öğretilebilir bir şey değildir ama okurluk öğretilir. Bu yüzden harflerin tarihinden girip kelimeye uzanacak; oradan cümleye, kitaba, kaleme, dile değineceğim. Bunları yaparken bize şiirler, şarkılar ve kitaplar eşlik edecek. Zira iki tür kitap olduğuna inanıyorum: İyi yazılmış olanlar ve kötü yazılmış olanlar...  Nabokov, iyi yazılmış kitapları, belkemiğinizdeki ürpermeden anlarsınız der. İyi yazılmış olanlarla kendimize yol eyleyip 10 Ocak’ta buluşuyoruz. Detaylı bilgi www.onurcaymaz.com adresinde.