DOĞRUYA
DOĞRU...

Derya Sazak (Milliyet):

•Savcı Türkaslan Deniz Feneri davası sanıklarının mal varlıklarına tedbir konulması sürecinde mahkemenin reddettiği kısmı kapatarak tapu müdürlüklerine göndermekle suçlanıyor. ‘Evrakta tahrifat’ iddiasıyla görevden alınan savcılar ‘bağış yolsuzluğu’ sanıklarının serbest kaldıkları bir ortamda kendilerini mahkemede bulacaklar! Böylesine tuhaf bir durum ancak Türkiye’de olur.

Bu savcılar Deniz Feneri skandalının üzerine gittikleri için cezalandırılmak isteniyorlar.

Sadece Dink davasından çıkan karar gözetildiğinde bile 3 savcıyla ilgili kovuşturma izni ve 10 günde hazırlanan iddianame ‘idare ve yargının öncelikleri’ konusunda bir fikir veriyor.

Malum, Hrant Dink’i İstanbul Valiliği’ne çağırarak AGOS’ta çıkan Sabiha Gökçen röportajı nedeniyle tehdit eden 2 MİT görevlisinin adlarının mahkemeye gönderilmesi 3,5 yıl almıştı.

Dava beşinci yılın sonunda ‘zamanaşımına’ girdi!

Mahkeme ‘suç tarihi’ olarak Hrant’ın valiliğe çağrıldığı 2004 yılını esas almıştı. Oysa ‘suçun işlendiği’ tarih, Hrant’ın öldürüldüğü 19 Ocak 2007 idi. Dink’in avukatlarına göre 5 yıllık süre dolmadı.

Oysa ana davada mahkeme, 5 yıllık yargılamayı yeterli görüp Hrant suikastında ‘örgüt’ bulamadı.

Trabzon-Pelitli’deki örgütlenmeyi çözemeyen mahkeme, Hrant’ın öldürüleceği bir yıl önceden İstanbul ve Ankara istihbaratına bildirilmesine karşın zincirleme sorumluluğu olan 30 kamu görevlisi hakkında da henüz bir şey yapılamadı.

Dönemin Jandarma İl Alay Komutanının görevi ihmalden sadece 5 ay ceza aldığını da anımsanacaktır.

Avukat Fethiye Çetin’in, sanıkların ‘örgüt’ten beraat ettikleri Erhan Tuncel’in serbest kaldığı karardan sonra yaptığı ‘Bizimle dalga geçiyorlar’ açıklaması, Deniz Feneri’ne uyarlandığında Sincan’da açılan davayı ‘tsunami’ olarak görebiliriz.

Deniz Feneri sanıkları Almanya’da yargılansalar muhtemelen cezaevinde olacaklardı. Türkiye’deki davada ise neredeyse savcılar cezaevine girecekler!

Hadi savcılar, sanıkların mal varlıklarıyla ilgili resmi belgede sahtecilik yaptılar! Asıl davadaki bağışlar ne oldu? ‘Deniz Feneri kapatılacak’ diyenler haklı çıkıyor.

Mustafa Mutlu (Vatan):

•Son olarak da T24 isimli internet sitesine röportaj vermiş ve bir iki aykırı çıkış dışında düne kadar önünde “secde ettiği” iktidarı topa tutmuş...

Ne yalan söyleyeyim; bayağı da sıkı eleştirmiş... İşte o sözlerden bir demet:

“Hükümet biat istiyor... Sapına kadar sansür var... Dostane eleştiri dahi kabul edilemez hale geldi... Gazete yönetimine siyasetçiye biat edenler geliyor... Siyasi baskıyla ilan toplanıyor, gerçek tirajlar saklanıyor... Bunu yaz, bunu yazma diyorlar... Hükümet neye kızıyorsa, oraya oto-sansür giriyor. Meslek ilkeleri yerine, ‘Hükümet buna kızar, buna kızmaz’ anlayışı devreye giriyor... Başlığa kadar her şeye karışılıyor, eleştirel bakanlar işten atılıyor!”

İyi de koca Profesör Mehmet

Altan...

Tüm bunlar, “sen işten atıldıktan sonra” mı oldu? Türk basını son on yıldır zaten bu halde değil mi? Ve biz, yani birkaç kişi... Tüm bunları, “işsiz kalmak, hatta tutuklanmak pahasına” anlatırken, sen yandaş gazetenin başyazarlık koltuğunda “özgürlüklerden ve ileri demokrasi”den dem vurmuyor muydun?

Bugüne kadar işten atılan, tutuklanan hangi gazetecinin arkasından tek satır “basın özgürlüğü” yazısı yazdın?

Katıldığın ya da yönettiğin hangi televizyon programında bu zulmü eleştirdin?

Yoksa o günlerde; gerçeklerle senin arana giren şey, “kalın tomarlardan oluşan bir para duvarı” mıydı?

Şimdi o “para duvarı” yıkıldığı için mi gerçekleri görmeye ve bağırmaya başladın?

Sözü uzatmaya hiç gerek yok:

Bu arkadaşların b.kunda boncuk olmalı ki; ne yaparlarsa yapsınlar hep “en” olmayı başarıyorlar...

Mehmet Altan şu günlerde “kıvırma sanatı”nın yeni bir örneğini sergiliyor ve “en mağdur ve en mazlum gazeteci”yi inanılmaz bir başarıyla oynuyor!

Yirmi gün önceye kadar “yandaşlıkta en önde”ydi, şimdi “en muhalif yazar ve en korkusuz kalem” oluverdi!

Bu arkadaşa çok kolay iki sorum var:

Yeniden iktidarı desteklemen, yani gerçekleri görmezden gelmen için kaç dolarlık bir “para duvarı” gerekiyor?

Eğer o para duvarını bulursan; yine bildiğimiz, “Yetmez ama evet”çi Mehmet Altan olacak mısın?


EĞRİYE

EĞRİ...

Alper Görmüş (Taraf):

•İddiam şu: "Sol 12 Eylül faşizmi karşısında kesin olarak yenildikten sonra onu teşhir etmede yanlış(eksik) bir yol izledi, bu da 12 Eylül'ün haksızlığı ve 12 Eylül'cülerden hesap sorma konularında toplumda bir irade oluşmasını engelledi."

Teşhir'in eksik yanı şuydu: Sol, bu dönemin kaba şiddetini, insafsızlığını teşhir ederse, halkın bu şiddetin sahiplerinden hesap sorulmasını isteyeceğini düşündü. Ne varki bu beklenti karşılık bulmadı. , çünkü halk 12 Eylül öncesinin kaotik ortamından bezmişti, korkmuştu ve kendisini bu"bela"dan kurtaracak bir şey bekliyordu. İşte bu psikolojiyle 12 Eylül sonrasının bütün mezalimini bu beladan kurtulmanıon faturası saydı. Öylesine korkmuştu ki adalet duygusu bu korkunun içine sızamadı. Sonuçta halk, bir an önce işini bitirip gitmesi için dua ettiği 12 Eylül yönetimini esasen destekledi. Şöyleydi psikolojisi: "Evet bir sürü haksızlık bir sürü yanlışlık oldu, oluyor ama bunlar da mecburen el koydular yönetime ..."

Halktaki bu "rıza" duygusunu tek bir yolu vardı: 12 Eylül'cülerin darbe yapabilmek için o kargaşayı bizzat kışkırttığının gösterilmesi.... Ne var ki sol bunu yapamadı. Çünkü böyle yaptığı takdirde 12 Eylül öncesindeki "devrimci mücadele"nin anısına zarar geleceğini düşündü.

Bu meseleyi en son 12 Eylül iddianamesinin mahkleme tarafından kabul edilmesi vesilesiyle 13 ocakta konu etmiş; iddianamenin12 Eylül öncesindeki "devrimci durum"un kendi yollarını açması için darbeciler tarafından yaratılmış bir sahne olduğunu öne süren yönüyle,

a) 12 Eylül'ün telşhiri konusunda solun yapmadığını yapmaya çalıştığını,

b) 12 Eylül'den önceki "devrimci durum"un tümüyle bağımsız bir öznenin(devrimciler) iradesiyle şekillendirildiği kabulüne ağır bir darbe indirdiğini savunmuştum.

İddianamenin, bu yönüyle, başta BirGün gazetesi çevresi olmak üzere sol'un bir bölümünü sinirlendirdiği anlaşılıyor.

(12 Eylül iddianamesine ilişkin olarak geçtiğimiz günlerde de yazı yazan Alper Görmüş anlaşılan o ki henüz darbelerin ekonomi-politiği hususunu pek "önemsemiyor". "Devrimci durum" un devrimciler tarafından yaratılmadığını "derin bilgilerine" dayanarak analiz eden Görmüş neredeyse iddianameden "modern bir komünist manifesto" çıkartacak. 12 Eylül'ün yargılanmasını birkaç generalden ibaret görüp heyecanlananların iddianamenin "mağdur"iyetleri giderdiğini düşünmesine şaşırmamakla birlikte aslolanın "muhataplık" olduğunu söylüyor ve iddianameden "medet" ummuyoruz.)


Hasan Bülent Kahraman (Sabah):

•"Zaman alacak olsa da İstanbul'u kurtarma faaliyeti başladı. Elbette bazı 'kiç' kazalar olacaktır, nahoş görüntüler çıkabilecektir ama her şeyin yerli yerinde kalacağı bir dönem doğuyor."

(...)Şimdi yolun sonuna gelindi. Eriştiği noktada AK Parti'nin bu öncü güçlere hâlâ ihtiyacı var; hâlâ büyük ölçüde gücünü onlardan alıyor, sırtı hâlâ onlara dayalı ve onların hareketi üstünden siyaset üretiyor. Mahareti burada. (...)

Daha da garip gelebilecek bir şey söyleyeyim; uzun süre AK Parti'nin muhafazakar olduğunu söyleyenlere karşı çıktım, sosyo-ekonomik açıdan bu kadar dinamik ve hatta ihtiraslı bir kitlenin muhafazakar olmasının hayal bile edilemeyeceğini belirttim. Ama şimdiden sonra, tam olmasa da, şu yukarıda belirttiğim, 'durmuş oturmuşluk' nedeniyle, kısmî bir muhafazakarlığın başlayacağından söz edilebilir.

İstanbul'un silüetinin bugüne kadar kemirilmesinden sonra şimdi korunmak istenmesinin altında yatan asıl dinamik budur. Nitekim, daha önce 'muhafazakarlık kurtaracak İstanbul'u' demiştim bu köşede yazdığım yazılarda. İşte o muhafazakarlık kendisini göstermiştir, bendenizin kehaneti doğrulanmıştır; zaman alacak olsa da 'kurtarma faaliyetleri' başlamıştır Dileyenlere bir örnek olarak Beyoğlu Belediyesi'ni göstereyim. Onu da yazmıştım daha önce. Safiyane bir biçimde, 'içkiyi yasaklıyorlar' falan denirken, Beyoğlu Belediyesi, çok akıllıca, çok zarif bir çalımla, Beyoğlu'nu dolduran, 25 kuruşa bira içen lumpen kitleyi oradan sürüp çıkarıyor; bölgeyi mutenalaştırıyor. Artık kim diyemez, Beyoğlu'nun kurtuluşu asıl şimdi başladı diye? Elbette bazı 'kiç' kazalar olacaktır, nahoş görüntüler çıkabilecektir ama her şeyin yerli yerinde kalacağı bir dönem doğuyor. Bundan sonrası İstanbul...

(Yıllarca bu ülkeye kendini en kahraman marksist olarak tanıtan HBK, sonunda bunu da söyleyebildi. Saçlarını benzettiği Foucault'un kemikleri sızlıyordur şimdi. Yıllarca ikdidar de, direniş de, panopticon de ve büyük iktidarın yanında oluver... Mutenalaşmış aydın kategorisini bu yazısıyla almış oldu Hasan Bülent Kahraman, tebrikler!)