Dünya, tekinsiz bir yer ve ben ölmek istemiyorum

SİNEM SAL

“Yapayalnız, bir deri bir kemik, oldukça yaşlı iki beyaz adamın, hızla ölmekte olan bir gezegende karşılaşmalarının masalıdır bu.” Böyle başlar Kurt Vonnegut’un Şampiyonların Kahvaltısı romanı. Bence hayat da bu şekilde sona eriyor. Yani benimki henüz sona ermedi ama ölü arkadaşlarımdan ve ölü aile bireylerimden biliyorum ki hayat kesinlikle bu şekilde sona eriyor.

Geçtiğimiz günlerde dünyanın en hayalperest kadınlarından birinin dedesi öldü. Konumuz asla, dedesinin ölümü değil. Konumuz dedenin vasiyeti: “Öldüğümde beni  evde bir gün bekletin. Belki ölmemişimdir.” Şu dünyada, bu ömrümde, koca hayatımda duyduğum en güzel ihtimal, en mantıklı umut ve en sarsıcı yaşama bağlılık göstergesi buydu. Neyse, nerede kalmıştık... işte dedeleri ölüyor. Torunlar, vasiyeti açıyor. Durumu idrak ediyor ve dedeye hak veriyorlar.  Dedenin bedeni soğuyor. Sertleşiyor. Bütün ölüler gibi yani. Ama oturma odasındaki üçlü koltuğa bir güzel yatırılıyor dede. Camlar açılmış.

Vantilatörler çalıştırılıyor, harıl harıl... sinekler uçuşuyor. Dede, hiç kıpırdamadan yatıyor. Her ölü gibi yani. Dövünmek ve kendini parçalamak, biz dirilere mahsustur. Ölülerin işi bu anlamda kolay. Diğer odada dedeyle ilgili anılar anlatılıyor. Herkes, herkesi iyi hatırlıyor. Bacaklarını birbirine yaklaştırarak oturan kadınların dizlerinin üstünde bir tabak yemek var. Ölünün hayatı durur. Ama geriye kalanların devam eder. Bunu en iyi, cenaze evine gelenlere yemek ikram edilmesiyle anlarsınız. Mesela komşular, börek taşır cenaze evine. Çünkü cenaze evi, artık ölünün evi değildir. Her neyse. Dede, oturma odasında saatlerce yatıyor. Belki nadir gerçekleşen şeyler yine gerçekleşmiyor; dede uyanmıyor. Ama en azından morgun buz gibi çekmecesinde kırık biblo gibi de yatmıyor. Bir gün geçiyor. Hiçbir değişiklik yok.  İnsanın, kanı bir tek dünyayı terk ettiğinde donuyor, ötesinde ne varsa  artık...  Öğle vaktine doğru herkes dedenin öldüğünden emin oluyor. Vasiyet yerine getirilmiş. Ama gerçekleşmemiş. Bu yazdığım son iki cümleyi birkaç kez tekrarlıyorum ve içimde bir şey kalıyor: Ulan acaba bir gün daha bekletselerdi yeniden canlanır mıydı?

Anlamak ve idrak etmek birbirinin kardeşi gibi görünse de aynı karından fırlayıp başka aileler tarafından evlat edinilmişler. Karşılaşmaları, birbirlerini bulmaları, bulduklarında tanımaları ve kabul etmeleri zaman alabiliyor. Hatta bazen bu, hiç gerçekleşmiyor.  O yüzden dünyayı yaşanabilir bir yer haline getirmek için neden çabaladığımızı anlıyorum. Ama idrak etmek için bir güne daha ihtiyacım var. Kaç bir gün mü? Onu henüz bilmiyorum. Ben derken, elbette bizden bahsediyorum.

Bu sabah, işe gitmek için minibüse bindim. Evet, pazar sabahı bile... parayı uzattım. Geçmişimdeki tüm felaketleri ve bütün travmaları anladım. Bir dakikamı bile almadı bu. Ama dedim belki de gerçekleşmemiştir hiçbiri. İşte bunu idrak etmek için, minibüsü durdurdum. Müsait olmayan bir yerde inip geriye doğru koşmaya başladım. İnsan, geriye doğru koşmayı da bilmeli. Belki de hiçbir şey gerçekleşmemiştir. Hı?