SSCB’nin çözülüşüne dek, İsrail Devleti’ne ilişkin sorunun emperyalizme karşı mücadele ile arasındaki bağ açıkça görülmekteydi. Günümüzde değerlerin kaybedilmesi, Yahudi devletinin kolonyal karakterine dair bilincin ortadan kalkmasına neden olmaktadır.

Düşman kim?

THIERRY MEYSSAN

Filistin’de 66 yıldan beri kesintisiz sürmekte olan savaş, İsrail’in “Kardeşlerin Eve Dönüşü” (Our Brother’s Keeper) adlı operasyonun ardından gelen (Batı medyasında ilginç bir şekilde “Koruyucu Sınır” olarak tercüme edilen) “Metin Kaya” (Steadfast Rock)  operasyonu ile yeni bir yola girmiştir.
Açıkça görüleceği üzere, -Tel Aviv yönetimi üç İsrailli gencin kaybolmasını operasyonlara başlayabilmek ve şimdiki Savunma Bakanı’nın 2007 yılındaki planına uygun olarak Gazze doğalgazına el koyabilmek amacıyla “Hamas’ı kökünden sökmek” için araçsallaştırmış  - ancak Direniş’in tepkisi karşısında boğulmuşlardır. İslami Cihat tarafından misilleme olarak gönderilen ve engellenmesi çok zor olan orta menzilli roketlere ek olarak Hamas da roket fırlatmıştır.
Olayların an itibariyle 1.500’ün üzerinde Filistin vatandaşının ve 62 İsrail vatandaşının (İsrail’in açıkladığı rakamlar ordunun sansürüne uğramakta ve büyük ihtimalle daha düşük gösterilmekte) yaşamına mal olan şiddetli seyri dünya çapında protesto eylemlerine yol açtı. 22 Temmuz günü toplanan Güvenlik Konseyi 15 üye devletin yanı sıra diğer 40 devlete de Tel Aviv yönetiminin davranışına ve “masuniyet kültürüne” karşı tepkilerini dile getirmeleri için ortam sağladı. Normal şartlarda 2 saat süren oturum 9 saat sürdü.  
Sembolik olarak Bolivya İsrail’i “terörist ülke” olarak deklare etti ve tarafı olduğu serbest dolaşım anlaşmasını feshetti. Ancak genelde protesto açıklamaları, İran ve sembolik olarak Suriye dışında askeri yardım boyutunu dahil etmedikleri için yetersiz kalmıştır. Hem İran hem de Suriye Filistin halkını İslami Cihat, Hamas’ın askeri kanadı (ancak Müslüman Kardeşler’in üyelerinden biri olan siyasal kanadını değil) ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi üzerinden desteklemektedir.
Önceki operasyonlardan farklı olarak (2008’deki “Dökme Kurşun” (Cast Lead) ve 2012’deki “Bulut Operasyonu” (Column of Cloud)) Konsey’de İsrail’i savunan iki devlet; Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık Güvenlik Konseyi Başkanlığı adına İsrail Devleti’nin insani yükümlülüklerini vurgulayan bir açıklama yapılmasının önünü açtı.   Aslında 1948 yılından beri süregelen temel çatışma sorunu bir kenara bırakıldığında, en azından İsrail’in orantısız güç kullanımını kınamaya dair bir görüş birliği oluştu.
Ancak bu görüş birliği farklı analizleri gizliyor; bazı yazarlar çatışmayı Yahudiler ve Müslümanlar arasında dinsel bir savaş olarak yorumlarken, diğerleri klasik kolonyal şablona uygun siyasal bir savaş olarak görüyor. Biz ne düşünmeliyiz?


Siyonizm ne demektir?
17. yüzyılın ortasında Olivier Cromwell’n etrafında toplanan İngiliz Kalvinistleri inanç ve rejimin hiyerarşik yapısına dair sorgulamalara başladılar. Anglikan monarşinin alaşağı edilmesinin ardından “Koruyucu Lord” diye hitap edilen Cromwell İngilizlere yedi yıllık sıkıntılı süreci atlatabilmeleri için ahlaki arılığa ulaşmaları, İsa Peygamber’in dönüşünü kutlamaları ve “Milenyum”a dek 1000 yıl süreyle barış içinde birlikte yaşamaları için izin veren yolu açtı. Bu amaçla, İncil üzerinden kendi yaptığı yoruma dayanarak Yahudilerin dünyanın dört bir tarafına dağılacaklarını ve sonrasında Filistin’de tekrar bir araya gelerek Süleyman Mabedi’ni inşa edeceklerini dile getirdi. Bu nedenle, Püritan bir rejim tesis etti, 1656 yılında Yahudilerin İngiltere’de yerleşimlerine karşı yürürlüğe sokulan yasağı kaldırdı ve ülkesinin kendisini Filistin’de bir İsrail Devleti kurmaya adadığını ilan etti.
Cromwell’in mezhebi “Birinci İngiliz İç Savaşı” bitiminde ortadan kaldırıldı, destekçileri ya öldürüldü ya da sürgün edildi ve Anglikan monarşi yeniden tesis edildi. Siyonizm (Yahudiler için bir devlet yaratılmasının teklif edilmesi anlamında kullandığımızda) siyaseti bir kenara bırakıldı. Birleşik Krallık tarih ders kitapları referans alındığında “İkinci İç Savaş”, dünyanın geri kalanının bildiği üzere “Amerikan Bağımsızlık Savaşı” (1775-83) sonrasında, 18. yüzyılda tekrar gündeme geldi. Yaygın kanaatin aksine, Fransız Devrimi’nin öncesinde meydana gelen bu savaşa Aydınlanma idealleri ışığında girişilmemiştir, bilakis Fransa Kralı’nın dini referanslar üzerinden “Kralımız İsa Peygamberdir!” çağrıları ile yönetilmiştir.  
Birkaç tanesinin ismini vermemiz gerekirse, George Washington, Thomas Jefferson ve Benjamin Franklin kendilerini Oliver Cromwell’in sürgüne gönderilen yandaşlarının halefleri olarak sunmuşlardır. Bu mantık silsilesi içinde Birleşik Devletler, Siyonist projeyi kaldığı yerden devam ettirmiştir.
1868 yılında, Birleşik Krallık’ta Kraliçe Victoria Yahudi olan Benjamin Disraeli’yi başbakan olarak atamıştır. Cromwell destekçilerine demokrasi vaatlerinde bulunan Disraeli tacın gücünü tüm dünyaya yaymak için insanlara duyulan ihtiyacı vurgulamıştır. En önemlisi, Yahudi diasporasına kendisinin bilfiil öncüsü olacağı emperyalist bir siyaset için ittifak önerisi getirmiştir. 1878 yılında Berlin Konferansı’nda dünya yeniden paylaşılırken “İsrail’in restorasyonunu” toplantılar gündemine ekletmiştir.  
Siyonist politika güden ve önceki kolonileriyle iyi ilişkiler sürdüren Birleşik Krallık yerini 1861-1865 yılları arasında gerçekleşen “Üçüncü İç Savaş”, ABD’de bilindiği üzere “Amerikan İç Savaşı” ve kıta Avrupası’nda bilindiği üzere “İç Savaş” sonrası galip tarafın Cromwell’in varisleri olan Beyaz Anglo-Sakson Püritanlar (WASP) olması nedeniyle Amerika Birleşik Devletleri’ne bırakmıştır.  Tekrar vurgulamak isterim ki, mücadeleyi köleliğe karşı savaş olarak sunmak hâlihazırda beş eyalette pratikte var olduğu için yanlış bir yaklaşımdır.
Yaklaşık olarak 19. yüzyılın sonuna dek, Siyonizm öncelikli olarak Yahudi elit kesimin katıldığı püriten bir Anglo-Sakson proje konumundaydı. Tevrat’ı bir alegori olarak yorumlayan ve kesinlikle bir siyasal plan olarak değerlendirmeyen hahamlar tarafından güçlü bir şekilde kınanıyordu.
Tarihsel verilerin güncel sonuçları göz önünde bulundurulduğunda, eğer Siyonizm’in hedefinin Yahudiler için bir devlet oluşturmak olduğunu iddia ediyorsak, Amerika Birleşik Devletler’nin kuruluşuna da yol açtığını itiraf etmek durumundayız. Bu nedenle siyasal kararların Washington yönetimi ya da Tel Aviv yönetimi tarafından alınıp alınmadığı sorusu göreceli bir öneme haizdir. Her iki ülkede de iktidarda olan ideoloji birbiriyle aynıdır. Ayrıca Siyonizm’in Londra ve Washington arasındaki uzlaşıyı - ki bu uzlaşı dünya üzerindeki en güçlü ittifaktır -  sağladığı düşünüldüğünde, zorlayıcı olan bu ittifakın üstesinden gelebilmektir.


Yahudilerin Anglo-Sakson Siyonizm ile bağ kurmaları
Günümüz resmi tarihinde, 17. ve 19. yüzyıllar arasını göz ardı etmek ve Theodor Herzl’i Siyonizm’in kurucusu olarak sunmak adeta bir zorunluluk haline gelmiştir. Ancak, Dünya Siyonist Organizasyonu (WZO) iç yazışmaları incelendiğinde bu varsayımın yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır.
Modern Siyonizm’in gerçek kurucusu bir Yahudi değil ancak bir Hıristiyan (aracıdır). Amerikalı Rahip William E. Blackstone’a göre gerçek Hıristiyanlar kıyamet günü geldiğinde sorguya tabi tutulmayacaklardı, doğrudan cennete gönderileceklerdi. Son mücadelede Yahudilerin de savaşacağını ve Hıristiyanlığa döneceklerini, galip geleceklerini iddia ediyordu.
Blackstone’un teolojik yaklaşımı Washington yönetiminin İsrail Devleti’nin yaratılması için tereddütsüz desteğine temel oluşturmaktaydı. Bu yolda İsrail yanlısı lobi  oluşturuldu ve Kongre’de nüfuz sahibi oldu. Gerçekte, lobinin gücü sahip olunan maddi kaynaklar ve seçim çalışmalarını finanse edebilmeleri üzerinden değil, ABD’de hâlâ yaygın olan bu ideolojiden ileri gelmektedir.
Her ne kadar bu teolojik yaklaşım günümüzde akılsızca görünse de ABD’de güçlüdür. Kütüphaneler ve sinema filmleri bu duruma kanıt teşkil etmektedir. (Nicolas Cage’in oyuncu olarak yer aldığı ve ekim ayında vizyona girecek olan Geride Kalan-Left Behind adlı filmi izlemenizi öneririm.)
Herzl aynı zamanda elmas tüccarı olan İngiliz emperyalizm teorisyeni ve Güney Afrika’da Rodezya’nın (adını vermiştir) ve Zambiya’nın (eski adı Güney Rodezya’ydı) kurucusu olan Cecil Rhodes’un hayranıydı. Herzl dindar bir Yahudi değildi ve oğlunu sünnet ettirmemişti. Zamanın Avrupa burjuvazisinin çoğunluğu gibi o da ateistti ve ilk başta Yahudilerin asimile edilmesini savunuyordu. Ancak Benjamin Disraeli’nin teorisinin ardından giderek, en iyi çözümün İngiliz kolonyalizmine bağlanarak günümüzde Uganda ve/veya Arjantin topraklarına denk düşen bir yerde Yahudi devleti kurmak olduğu sonucuna vardı.  Rhodes’un yolundan giderek toprak satın aldı ve Yahudi Ajansı’nı kurdu.
Blackstone, Herzl’i kendi çıkarlarını kolonyalistlerin çıkarlarıyla uzlaştırmaya ikna etti. Bunun için İsrail Devleti’ni Filistin’de kurma olasılığını düşünmeleri ve İncil temelli referansları gözden geçirmeleri yeterli oldu. Bu sade fikri öne sürerek, Avrupa’da yaşayan Yahudilerin çoğunluğunu ikna ettiler. Herzl bugün İsrail’de Herzl Dağı’nda gömülüdür ve tabutuna devlet tarafından Blackstone’un kendisine verdiği İncil işlenmiştir.  
Siyonizm’in amacı hiçbir zaman “Yahudileri onlara bir yurt vererek kurtarmak” olmamıştır, bilakis Anglo-Sakson emperyalizminin zaferinin İsrail Devleti ile bağlantılandırılması olmuştur. Siyonistlerin çoğu Yahudi olmadığı gibi, Yahudi olanlar da dindar değillerdir. İsrail Devleti’nin resmi söyleminde her zaman sıkça rastlanan İncil göndermeli söylem ABD nüfusu üzerinde etkinlik sağlamayı yansıtmaktadır.


Filistin’de İsrail Devleti yaratılması için Anglo-Sakson anlaşması
Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması kararı İngiliz ve Amerikan hükümetleri tarafından ortak kararla alınmıştır. ABD Yüksek Adalet Divanı Başkanı Louis Brandeis, Rahip Blackstone’un himayesi altında, Başkan Woodrow Wilson ve Başbakan David Lloyd George’un onayıyla “Ortadoğu”yu paylaşan Sykes-Picot Anlaşması öncesinde tartışılmıştır. Anlaşmanın içeriği kamuoyuyla kademeli olarak paylaşılmıştır.  
İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Balfour 2 Kasım 1917’de Lord Walter Rothschild’e Filistin’de “Yahudi ulusal yuvası” yaratmak için bir mektup göndermiştir. ABD Başkanı Wilson’ın Kongre’ye 8 Ocak 1918’te sunduğu ve resmi olarak savaş hedeflerini yansıtan “On Dört İlke”den on ikincisi İsrail Devleti’nin yaratılması idi.
Bu yüzden İsrail’in kuruluşunun Avrupa Yahudilerinin yirmi yıl kadar sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşadığı felaketle bir ilgisi yoktur.
3 Ocak 1919’da imzalanan Paris Barış Konferansı sırasında Emir Faysal (Mekke Emiri’nin oğlu ve sonrasında Irak İngiliz mandasının Kralı) Siyonist Organizasyon ile anlaşmaya varmış ve destek devamlılığı için söz vermiştir.
İsrail Devleti Filistin’de yaşayan insanların iradelerine karşı ve Arap monarşilerinin desteğiyle kurulmuştur. Aynı zamanda, o sırada Mekke Şerifi Hüseyin Bin Ali, Kuran’ı Hamas’ın yorumladığı gibi yorumlamıyordu ve “Müslüman toprakları Müslüman olmayanlarca yönetilemez” fikrini savunmuyordu.


İsrail Devleti’nin resmi kuruluşu
1942 yılının mayıs ayında Siyonist organizasyonlar New York’ta Biltmore Oteli’nde bir araya geldi. Katılımcılar Filistin’de kurulması planlanan “Yahudi Ulusal Yuvası”nın “Yahudi Eyaleti”ne dönüştürülmesine (Cromwell’e referansla eyalet terimi kullanılmıştı) ve Yahudilerin kitlesel göçüne izin verilmesine karar verdiler.  Bir gizli belgede, üç hedef tanımlanmıştı: “(1) Yahudi devleti tüm Filistin’i ve muhtemelen Ürdün’ü kaplayacak; (2) Irak’taki Araplar yer değiştirecek (3) Ortadoğu’da kalkınma ve ekonominin kontrolü Yahudilerin eline geçecek.”
Neredeyse hiçbir katılımcı “Yahudi sorununun nihai çözümü”nün (die Endlösung der Judenfrage) gizli biçimde Avrupa’da başladığının farkında değildi.
Nihai olarak, İngilizler Araplar ile Yahudileri aynı anda memnun etmenin yolunu bulamadıkları için o zaman sadece 46 üyesi olan Birleşmiş Milletler devreye girerek Filistin’i İngilizlerin verdiği bilgiler ışığında parçalara ayırmaya karar verdi. İki uluslu bir devlet yaratılacaktı ve Kudüs ile Beytüllahim’in yönetimi için uluslar arası bir özel rejim öngörülmüştü. Bu proje Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 181 sayılı kararı ile kabul edildi.  
Müzakerelerin sona ermesini beklemeden, Yahudi Ajansı Başkanı David Ben Gurion, ABD tarafından tanınır tanınmaz tek taraflı olarak İsrail Devleti’nin kuruluşunu ilan etti. İsrail topraklarındaki Araplar sıkıyönetim altına alındı, hareketleri sınırlandı ve pasaportlarına el konuldu. Yeni bağımsızlığını kazanmış olan Arap ülkeleri de devreye girdi ancak yerleşik ve düzenli ordu gücüne sahip olmadıkları için yenilgiye uğradılar. Savaş süresince etnik temizlik uygulayan İsrail Devleti en az 700.000 Arap’ın kaçmasına neden oldu.
Birleşmiş Milletler İsveçli bir diplomat olan ve İkinci Dünya Savaşı sırasında binlerce Yahudi’ye yardım etmiş Kont Folke Bernadotte’u arabuluculuk yapması için gönderdi. İngiliz yetkililerinin verdiği nüfus bilgilerinin hatalı olduğu anlayan diplomat Filistin Paylaşım Plan’ın meşru olarak uygulanmasını talep etti. 181sayılı karara göre 700.000 sürgünün geri dönmesi, Arap devletinin oluşturulması ve Kudüs’ün uluslar arası kontrole sokulması gerekmektedir.
İleriki zamanda Başbakan olacak Yitzhak Shamir’in emriyle, Birleşmiş Milletler elçisi 17 Eylül 1948’de öldürülmüştür.
Öfkeli bir şekilde toplanan BM Genel Kurulu 194 sayılı kararı alarak, 181 sayılı kararın yükümlülüklerini teyit etmiş, Filistinlilerin devredilemez haklarını ilan etmiş ve uğradıkları maddi zararın tazmin edilmesine karar vermiştir.  
Bernadotte’un katillerini, yakalayan, yargılayan ve hüküm veren İsrail, Birleşmiş Milletler’e kararları uygulayacağına dair şeref sözü verdiği için kabul edilmiştir. Ancak bu söz yalandan ibarettir. BM üyeliğinin akabinde katiller affedilmiş ve Başbakan David Ben Gurion’un kişisel korumalığına getirilmişlerdir.
Birleşmiş Milletler’e katılımından itibaren İsrail hem Genel Kurul’da hem de Güvenlik Konseyi’nde alınan kararları çiğnemiştir. Veto hakkına sahip iki daimi üye ile olan organik ilişkileri İsrail Devleti’nin uluslararası hukukun dışında tutabilmektedir. ABD ve Birleşik Krallık uluslar arası hukuka bağlılıklarını vurgularken adeta bir off-shore devlet olarak kullandıkları İsrail aracılığıyla hukuku ihlal etmektedirler.
İsrail Devleti kaynaklı sorunların sadece Ortadoğu’yu ilgilendirdiğini düşünmek büyük bir hata olacaktır. Günümüzde, İsrail dünyanın her yerinde, emperyalizmi maskeleyecek biçimde askeri bir harekat yapabilecek güçtedir. 2002 yılında Hugo Chavez’e karşı darbede ekonomik baskı politikasını örgütlemişler ve 2009 yılında Manuel Zelaya’nın görevden alınmasına yardım etmişlerdir. Afrika’da Great Lakes Savaşı sırasında varlık göstermişlerdir ve Muammer Kaddafi’nin tutuklanmasını organize etmişlerdir. Asya’da 2009 yılında Tamil Kaplanları’na saldırı ve infazlarda görev almışlardır. Her defasında Washington ve Londra yönetimleri bağlantıları olmadığını iddia etmiştir. Ayrıca İsrail Devleti birçok medya ve finans kuruluşunu da kontrol etmektedir.


Emperyalizme karşı mücadele
SSCB’nin çözülüşüne dek, İsrail Devleti’ne ilişkin sorunun emperyalizme karşı mücadele ile arasındaki bağ açıkça görülmekteydi. Filistinliler, onlarla beraber savaşmak için gelen Japon Kızıl Ordusu da dahil olmak üzere emperyalizm karşıtı dünyanın tamamından destek görüyordu.
Günümüzde, tüketim toplumunun içinde yaşadığı küreselleşme ve değerlerin kaybedilmesi, Yahudi devletinin kolonyal karakterine dair bilincin ortadan kalkmasına neden olmaktadır. Sadece Araplar ve Müslümanlar kısıtlı bir ilgi göstermektedirler. Filistinlilerin içinde bulunduğu kötü duruma karşı üzüntülerini bildirmekte ancak dünya üzerinde işlenen emperyalist suçlara tepki göstermemektedirler.
Ancak 1979 yılında Ruhullah Humeyni’nin İsrail Devleti’nin emperyalistlerin kontrolünde bir kukla olduğu ve asıl düşmanın ABD ile Birleşik Krallık arasındaki ittifak olduğu yönündeki açıklamasını hatırlayabiliriz. O günlerde Humeyni Batı medyası tarafından karikatürleştirilmişti ve Şiiler dinden sapmışlar olarak lanse edilmişti. Bugün ise İran’ın Filistin direnişine hem askeri hem de danışman yardımı gönderen tek ülke olduğunu, diğer Siyonist Arap devletlerinin Körfez Güvenlik Konseyi  sırasında video konferanslar aracılığıyla İsrail Başkanları ile müzakere ettiğini görüyoruz.  


Çeviren: Işık Kıribrahim
Kaynak: http://www.voltairenet.org/article184973.html