Emekten yana ekonomi politikalarının uygulanabileceğine değinen Prof. Orhangazi, “Devlet harcamaları halkın öncelikli ihtiyaçlarının uzağında gerçekleşiyor. Barınma, eğitim ve sağlığa erişim sorunları derinleşiyor” dedi.

Emekten yana bir ekonomi istenmeli
Aile sağlığı merkezinde çalışan emekçiler, adil bir vergi düzeni için her hafta eylem yapıyor. (Fotoğraf: BirGün)

Havva GÜMÜŞKAYA

Hükümet seçim dönemleri yaklaştıkça enflasyonla mücadele söylemi geliştiriyor. Ancak yurttaşlar, bu seçim dönemi daha farklı bir politika ile karşı karşıya. ‘Enflasyonla mücadele’ bu kez seçim sonrasına ertelenmiş gibi. Prof. Dr. Özgür Orhangazi ile seçime giderken ülke ekonomisi ve seçim sonrası beklentiler üzerine konuştuk.

Prof. Dr. Orhangazi, seçim sonrası için "Ücretlerin baskılanmaya devam ettiği, işsizliğin arttığı, tüm yer altı ve yer üstü zenginliklerinin sermayenin sınırsız kullanımına sunulduğu bir program devam ettirilecekse seçim sonrasında bu, siyasi olarak baskı ve otoriterleşmenin artırılmasını gerektirecektir" dedi. Orhangazi’ye göre Türkiye kapitalizminin yapısal sorunlarının bedelini emeğe ödeten programlara alternatif olarak yapısal sorunları çözmeye yönelik, emekten yana, eşitlikçi ekonomi politikaları tabii ki kolaylıkla tasarlanabilir ve uygulanabilir. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için bu politikaları talep eden, destekleyen bir toplumsal ve siyasal gücün varlığı gerekli.

Prof. Dr. Özgür Orhangazi

Şu an enflasyona ilişkin beklentilerle uyumsuz bir tablo söz konusu. Politika değişimini neye bağlıyorsunuz? Ne tür riskler öngörüyorsunuz?

Öncelikle şu tespitle başlamak gerekiyor: İktidarın son birkaç senede uyguladığı politikaları seçim perspektifinden anlamaya çalışmak olan biteni anlamayı güçleştiriyor. Tabii ki iktidar hem geçen seneki seçimlerden hem de bu seneki yerel seçimlerden başarıyla çıkmak için elinden geleni yapıyor. Ancak bahsettiğiniz enflasyonla mücadele söylemi bir söylem olmanın ötesine geçmiyor. Bu ve benzeri söylemler üzerinden yapılan tartışmalar da çoğunlukla faiz politikası üzerine sığ değerlendirmelerle sınırlı kalıyor.

Enflasyonla mücadele söylemini, bu mücadelenin ne zaman ve nasıl olacağını tartışmadan önce bu iktidarın neden enflasyonun yükselmesine yol açan politikalar uyguladığını iyi anlamak gerekiyor. Ne yazık ki 2021 sonlarından itibaren uygulamaya konulan düşük faiz politikası ya “irrasyonel” olarak nitelendirildi ya da iktidar ve sermaye çevreleri içerisindeki bazı grupların iç gerilim ve rekabetlerinin bir yansıması olarak değerlendirildi. Halbuki bu politika çerçevesinin hedefinde sermayenin kârlılığını artırmak ve işgücü maliyetlerini mümkün olduğunca düşürmek vardı. Başka bir deyişle, 2021’in sonlarına doğru faizleri aşağı çekip kurun yükselmesine izin veren iktidar tabii ki bu politikanın yüksek enflasyonu tetikleyeceğinin farkındaydı. Nitekim dönemin Hazine ve Maliye Bakanı bunu şu sözleriyle açık bir biçimde ifade etmişti: “Enflasyonla büyümeyi tercih ettik. Yoksa enflasyonu düşürmek için çok sert tedbirler alabilirdik. Bu sistemden dar gelirliler hariç, üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar. Çarklar dönüyor.”

Böylelikle uygulanan program çalışanların reel ücretlerini düşürmekle kalmadı, aynı zamanda, onların kıdem tazminatı ve emekli aylıkları gibi birikmiş kazanımlarını da reel olarak eritti.

Çalışanların büyük çoğunluğunun örgütsüz, güçsüz ve dağınık olmaları fırsat bilindi. TÜİK üzerinden açık bir manipülasyon yapılarak enflasyon oranları düşük gösterildi ve böylelikle de ücret artışları gerçek enflasyonun altında tutuldu. Bu esnada kendi ürünlerinin fiyatlarını istediği gibi yükseltebilen şirketler kâr marjlarını artırdı, kârlılık rekorları kırdı.

Bu noktada önemli olan sadece şirketlerin kârlılıklarını artırması değildir. Enflasyon sayesinde şirketlere bir yandan eski borçlarını eritme şansı verilirken bir yandan da negatif reel faizle yeniden borçlanma ve bu yolla bilançolarını temizleme, iyileştirme imkânı sunuldu. Tabii bu süreçte küçük tasarruf sahiplerinin tasarrufları enflasyon ve kur manipülasyonuyla eritilirken negatif faizli kredilere erişimi olan varlıklı kesim konut, arsa, otomobil gibi piyasalarda yüksek spekülatif gelirler elde etti, varlıklarını artırdı.

Kısacası iktidarın bahsettiğiniz dönemlerdeki enflasyonla mücadele söylemiyle gerçeklik arasında önemli bir kopuş mevcuttur. Ücretlerin gerilediği, çalışma şartlarının ağırlaştığı, iç cinayetlerinin çoğaldığı, işsiz sayısının artmaya devam ettiği bu koşullar altında Mayıs 2023 seçimlerine gidilirken sosyal yardımlar ve asgari ücrette yapılan (ve kısa sürede enflasyona yenilecek olan) artışlar iktidarın bir lütfuymuş gibi kullanıldı. Emeğe karşı yapılan bu açık saldırı sırasında “rasyonel/irrasyonel” politika tartışmalarıyla zihinler bulandırıldı, geniş kitleler seçimleri muhalefetin kazanıp kötü gidişatı tersine çevireceği vaadiyle bu saldırıya karşı basit bir protesto gösterisi bile düzenlememeye davet edildi; başka bir deyişle pasifize edildi. Kendisini solda konumlayan partiler, sendikalar vs. dahi çoğunlukla buna karşı bir hat geliştiremedi.

Özellikle de genel seçimler sonrası ekonomi yönetiminin değişmesiyle ‘IMF programı’ çok konuşulur oldu. Türkiye mevcut koşullarda bir IMF programının içerisine girer mi? IMF ne tembihler?

2021’in sonlarından 2023 seçimleri sonrasına kadar uygulanan politikalar, “liyakat yoksunu” yönetici ve bürokratların uyguladığı “irrasyonel” bir programdan ziyade Türkiye kapitalizminin bir süredir içinde debelendiği yapısal sorun ve kriz eğilimlerinden yükü geniş emekçi kesimlere yıkarak çıkmayı deneyen açık bir sermaye programı olarak görülmelidir.

Ancak sermayenin bu programı Türkiye ekonomisinin yapısal kısıtı olan döviz açığı nedeniyle çok uzun süre devam ettirilemeyecek bir programdı. Düşük faiz ve emeğin ucuzlatılması ile devam ettirilen ekonomik büyüme, üretimin ithalata bağımlı olması sebebiyle dış ticaret açığına yol açmaya devam ederken ihracattaki artış bu açığı kapatmaya yetmedi. Ek olarak bankaların, şirketlerin ve hükümetin döviz borçları uluslararası finansal sermayeye düzenli faiz ve kâr payı ödemelerini gerektiriyor ve bu da döviz ihtiyacı yaratıyordu. Programı sürdürebilmek için sınırlı sermaye kontrolleri, aralarında KKM’nin de yer aldığı bankacılık ve döviz düzenlemeleri kullanılırken Merkez Bankası’nın “dost” ülkelerden aldığı ödünç rezervler, yabancılara vatandaşlık satışları ve ülkenin uluslararası mafya cenneti olmasına göz yumulması ile döviz açığı idare edilmeye çalışıldı.

Seçimlerden sonra işbaşına gelen ekonomi yönetimi ise “rasyonel” politikalara dönüş adı altında tanıdık bir programı devreye soktu. Bu program IMF’nin programlarına benzer özellikler taşımaktadır ve esasında seçimler öncesinde muhalefetin iktidara gelirse uygulamayı vaat ettikleriyle büyük oranda uyumludur. Yüksek faizler, geniş kesimler üzerindeki vergi yükünün artırılması, sermayeye çeşitli teşvikler ve kamuda tasarruf söylemiyle sosyal harcamaların azaltılmasından müteşekkil bir “kemer sıkma” programı. Programın öncelikli amacı döviz açığını kapatmak üzere yurtdışından para çekmek olarak öne çıkıyor. Bu amaçla uluslararası finansal sermayeye faiz artışları yoluyla yüksek getiri vaat edilirken bir yandan da onlar için “güvenilir” isimler ülkeye para çekmek için kapı kapı dolaşıyor. Ancak şimdiye kadar bu konuda çok başarılı olamadılar. IMF desteğinin aranıp aranmayacağı önümüzdeki dönemde ne kadar başarılı olacaklarına bağlı olacaktır.

Böyle bir program yoksullukla mücadeleyi önceler mi?

Aslına bakarsanız “rasyonel” politikalara dönüşün en önemli hedeflerinden birisi çalışanların yaşadığı reel ücret kaybının telafi edilmemesini sağlamak olarak karşımıza çıkıyor. Yani önceki dönemin emeğe karşı kazanımlarının korunması. Nitekim programın yürütücüleri ücret artışlarının enflasyona yol açtığı gibi tamamen yanlış bir iddiayla bu artışların geçmiş enflasyona göre değil beklenen enflasyona göre yapılması gerektiğini savunmaktan dahi geri durmuyor. Dolayısıyla çalışanların son senelerde yaşadıkları reel ücret kayıpları kalıcılaştırılmaya çalışılacak.

Bu tür programlar aynı zamanda işsizliği artırıcı programlardır ve bazı görece küçük ve fazla kârlı olmayan işletmelerin finansman yükünün artmasından ötürü tasfiyesini de içerebilir. Ek olarak elde kalan kamu varlıklarının, yer altı ve yer üstü zenginliklerin yerli ve uluslararası sermayeye satılması gündemdedir. Zaten halihazırda kamunun doğru düzgün sağlamadığı eğitim ve sağlık hizmetlerinin daha da aşınması, daha fazla piyasaya bırakılması söz konusu olacaktır.

POLİTİK GÜÇ MESELESİ 

31 Mart’ın ardından seçimsiz bir döneme girilecek. Seçim sonrası hayat pahalılığı ve ücretler açısından ne bekliyorsunuz?

Eğer ücretlerin baskılanmaya devam ettiği, işsizliğin arttığı, tüm yer altı ve yer üstü zenginliklerinin sermayenin sınırsız kullanımına sunulduğu bir program devam ettirilecekse seçim sonrasında bu, siyasi olarak baskı ve otoriterleşmenin artırılmasını gerektirecektir.

Çalışanların güçlü bir örgütlenme ve mücadele sergileyemediği şartlarda, hele ki iktidarın uzun süreli seçimsiz ve dolayısıyla azıcık da olsa telafi mekanizmalarını kullanmaya ihtiyaç duymayacağı bir döneme girdiğimizi akılda tutmamız lazım.

Son olarak Türkiye’nin nasıl bir programa ihtiyacı var. İktidar bu programı uygular mı?

Kamu bütçesi denetlenemez bir biçimde sermayenin yararına kullanılıyor. Şirketlerden tahsil edilmeyen vergiler, çeşitli vergi afları söz konusuyken halen “vergiyi tabana” yaymaktan söz ediliyor. Bu yapılırken sosyal yardıma muhtaç insan sayısı artıyor ve iktidar nasıl daha fazla insana sosyal yardım yaptığı ile övünebiliyor, bu yardımlar iktidarın bir lütfu olarak sunuluyor. Kamu Özel İşbirliği adı altındaki projelerle sermayeye muazzam kaynaklar aktarılıyor. Resmi Gazete’yi takip ederseniz görürsünüz ki kamuya ait varlıklar, araziler her gün satışa çıkarılıyor. Buna karşın devletin harcamaları kamunun kontrolü dışında ve halkın öncelikli ihtiyaçlarının uzağında gerçekleşiyor, barınma, eğitim ve sağlığa erişim sorunları derinleşiyor. Tüm bunların bilinçli politika tercihleri olduğunu görmemiz gerekiyor.

Türkiye kapitalizminin yapısal sorunlarının bedelini emeğe ödeten bu programlara alternatif olarak yapısal sorunları çözmeye yönelik, emekten yana, eşitlikçi ekonomi politikaları tabii ki kolaylıkla tasarlanabilir ve uygulanabilir. Ancak bunun gerçekleşebilmesi için bu politikaları talep eden, destekleyen bir toplumsal ve siyasal gücün varlığı gereklidir. Başka bir deyişle mesele “rasyonalite” yahut “liyakat” değil politik güç meselesidir.