Türkiye’de aile bağı sevgiyle değil, sırlarla kurulur. Olan olduğu gibi konuşulmaz. Yerin kulağı olduğuna inanılır çünkü. Kimseler duymasın, bilmesin istenir. Mahrem alan, kendinle baş başa kaldığın değil, sırlarınla saklandığın yer demektir. Evin her bir ferdi, küçük odadaki gömme dolabın içinde üst üste yığılmış yorganların arasına sıkıştırıvermiştir acısını, utancını, suçunu… Sonra onlar birikir birikir, soğan gibi içten çürür. Önce ev, sonra kasaba kokar ve nihayet her yere yayılır. Ama yine de kimse bilmez, görmez, duymaz. Rezil olma korkusu, rezil olmaktan beterdir bu topraklarda. Saklana gizlene, pisliğe bulana dolana, gerçekten kaça kaça, o evlerden, o köylerden, o kasabalardan, o şehirlerden çıkan bir ahlaksız ahlakçı işte böyle yetişkin olur. Ne sevmeyi, ne sevilmeyi bilir. Sonra, kötülük elden ele çoğalır. “Öğrenciler kızlı erkekli evlerde kalıyor” diye hayıflanan kasaba eşrafından, bir de duyarız ki rantına ortak oldukları tarikat, cemaat ve vakıfların yurtlarında, çocukların yataklarına süzülenler oluyormuş yıllardır. Üzeri örtüle örtüle pislik öyle konsantre hale gelmiş ve öyle yayılmıştır ki etrafa habis bir ur gibi, kesip atmaktan başka çare yoktur aslında. İzin vermezler. “Bir kereden bir şey olmaz” hemen devreye girer. Yıllardır işleyen düzene dokunulmaz. Bir halının, herkesin bildiği sırlar, herkesin örttü suçlarla örülmüş desenleri gibiyiz hepimiz.

***


Enes Kara, baba zoruyla kaldığı cemaat yurdunda gördüğü baskı yüzünden, artık nefes alamadığını söyleyerek intihar etti. “19 yaşımı asla böyle hayal etmemiştim” diyen tıp fakültesi öğrencisi Enes, ihtiyaçlarına sağır bir evde, onu tanımayan bir babayla, dünyasına yabancı bir yurtta, hakkını korumayan bir ülkede hayattan vazgeçmiş. “Manevi olarak ahiretine faydası olsun istedim” demiş babası. Gözünün önündeki cennet ve cehennemi gökyüzünde arayan herkes gibi yanılmış. Oğlu için en doğrusunu bildiğine, en doğrusunu yaptığına emin. Kararından değil, hayatına son veren oğlundan şüphe ediyor. Kimdi, nasıl biriydi Enes? Ne istiyordu, ne seviyordu, ne bekliyordu gelecekten? Babaya göre Enes, içine kapanık biriydi, cep telefonuna bakardı, evladını ölüme ateist arkadaşları sürükledi. Anneye göre ailecek yobazlık ve gericilikle itham edildiler, siyasi malzeme konusu edildiler. Bu mudur? Evet, budur maalesef.

***

Dinin itaatçılığını kendine aşılayan devlet, Türkiye siyasetini de biatçılığa hapsetti. Aile, bu tutsaklık tohumunun atıldığı ilk yerdir. Ardından, tarikat ve cemaatler doldursun diye iktidarın boş bıraktığı okul ve yurtlar gelir. Toplum, bir oyun hamuru gibi şekillendirilir. Bu süreçte yaşanan bazı ‘şeyler’ de yol kazası olarak görülür. 45 öğrencinin Ensar Vakfı’nda tecavüze uğraması gibi… 12 yaşında bir çocuğun yatılı Kuran kursunda kendini asması gibi… Tarikat yurdunda kalan bir öğrencinin kafasının kesilmesi gibi… 11 kız çocuğunun denetimsiz Kuran kursunda yanarak ölmesi gibi… Enes’in intiharı gibi… Sonra devletin bakanı çıkar “Bir kereden bir şey olmaz” der, siyasetçisi çıkar “Bir velet öldü diye cemaatler mi kapatacağız” der, bir baba çıkar, “Bizim bu konuda bir irademiz yok” der, bir aile çıkar “Bunalımdaydı” der ötesiyle ilgilenmez. Bu felaketlerin ardında, hepimize dayatılan sırla örülü, suça batmış leş gibi bir düzen var.

***

Ah Enes’ler ne çok bu ülkede! “Aileme söyleyemiyorum çünkü her şeyi yapma potansiyeli taşıyorlar” diyerek tarif ettiği o korku ve baskının atası olan devlet hepimizin başında. Ailenin, en doğrusunu bildiğini iddia ederek Enes’e dayattığı o yaşam biçimi hepimizin önünde. Onun nefesini kesen katı cemaat kurallarına aslında hepimiz tabiiyiz. Çünkü Türkiye, foseptiği patladığı halde kimsenin midesi bulanmıyormuş gibi dolandığı koca bir kasabaya ve gençlerin geleceğini, iradesini gasp eden büyük bir cemaate benziyor. Konuşan da Enes’in babasından daha fazlası, devletin ta kendisi. Bu, çocuklarını yemekten asla vazgeçmeyen devlet babanın hikâyesi.