Ekim ayında Türkiye’ye terörle mücadele konusunda “Bin Ladin usulünü” öneren ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey, konuyla ilgili olarak kendisine yöneltilen...

Ekim ayında Türkiye’ye terörle mücadele konusunda “Bin Ladin usulünü”  öneren ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey, konuyla ilgili olarak kendisine yöneltilen sorulara cevaben Türkiye’yi de “Erdoğan’ın ülkesi” olarak taltif etmişti. Murat Yetkin, Dempsey’nin görüşlerini ve Türkiye’nin harareti giderek artan ortamını değerlendirdiği yazısında, bu taltif için “Almanların kendi üzerinden Türk imparatorluğunu Birinci Dünya Savaşı’na sürükledikten sonra Türkiye’ye zamanın Savunma Bakanı Enver Paşa’ya atfen ‘Enverland-Enver Ülkesi’ dediği anlamda kullanmadığını varsaymak zorunda” olduğumuzu belirtiyordu.[1] Gelgelelim, AKP’nin özellikle Mavi Marmara travması sonrasında Ortadoğu’da Türk-Sünnî nüfuz alanını genişletmeye yöneldiği “ustalık” dönemi, bizi bir hayli iyimser varsayımda bulunma “zorunluluğundan” uzaklaştırıyor. Sicilinde “gerekirse o yüz bin Ermeni’yi de göndeririz” tehdidi bulunan AKP’yi, en fazla 12 Eylül’le yüzleştiği kadar yüzleştiği İttihatçı zihniyetten ayrı tutmamıza neden olacak pek icraat ve beyanat yok “netekim.”


İNCİLER DÖKMELERİNE ALIŞIĞIZ
Salı günlerini hayatımızın tüm alanlarına müdahale etmeye, her tür muhalefete ve tüm topluma ayar vermeye ayırmış olduğu artık iyice belli olan başbakanımızın ve genel olarak da AKP’li kurmayların türlü vesilelerle hayatımızın her alanına dair inciler dökmesine epeydir aşinayız. Sanırım bu çıkışlar, Başbakan’ın elinde “dayak arsızı”na dönen toplum nezdinde korkutucu olmaktan çok alay konusu olmaya daha yakın… Şüphesiz, mizah, muktedirlerin hırs ve hınç dolu çıkışlarına sert kahkahalarla karşılık vermek çok güçlü bir muhalefet etme biçimi. Gelgelelim, topluca “dayak arsızı” olmanın da her an “bu nasıl söylenebilir” deme inadından vazgeçip, artık rutinleşmiş olan bu ayarları içselleştirme gibi bir riski de var. Dolayısıyla, şaşkınlığımıza ve dehşetimize sahip çıkmamız gerekiyor. Ama bunu şimdilik geçelim; mevzu başka.


MAHKEMELERİN DİZİLERDEN FARKI YOK
Başbakan’ımız son azar seanslarından birinde, geçen sezon da AKP sıralarında ciddi rahatsızlıklara yol açan Muhteşem Yüzyıl dizisine yüklendi. O kadar ileri gitti ki, yargıyı göreve çağırdı.[2] Yargının bu çağrıya icabet etmesi durumunda, dizi yapımcılarının, senaristinin, yönetmeninin, hatta oyuncularının hangi suçla yargılanacağı merak konusu (Osmanlılığa hakaret? Halkı Osmanlı’dan soğutma suçu? Osmanlı’ya darbe girişimi?). Cüneyt Özdemir’in tavsiyesi yerinde: Başbakan’ımızı müşteki rolünde seyretmek istediğimiz bu mahkemeye oyuncuların da dizideki kostümleriyle çıkması yerinde olur. Hazır, yattıkları yerde darbeci paşalarla ekranlar aracılığıyla yüzleşirken, Kanunî ve Hürrem’le de yüzleşiriz. Nasılsa mahkemelerin de uzadıkça anlamsızlaşan dizilerden farkı yok.


Müstakbel müştekinin ecdat algısı ve “benim” diyerek adeta zimmetine geçirdiği milletinin kökenlerini handiyse leyleklere dayandırmaya meylettiği üzerinde daha fazla söze gerek yok. Mevzu, Başbakan’ın ülkeyi yönetmeyi bırakıp kendini dizi izlemeye vermiş yahut kafayı bir televizyon dizisiyle bozmuş olması kadar basit bir mesele de değil zaten. Yeni başöğretmenimiz, Muhteşem Yüzyıl’a “takmış” filan değil: kendisinin ve genel olarak AKP’nin tavrını, türlü beyanatı, kentsel dönüşüm projelerini, eğitim reformunu, güya yeni YÖK yasasını, türlü davayı bir bütün olarak okuduğunuzda, olanlar, tepeden inme bir toplumsal inşaat sürecinin, başka bir deyişle 2000’li yılların (AKP model) toplum mühendisliği projesinin bir parçası. İnşa edilen sıfırdan yeni bir toplum değil elbette: 12 Eylül darbesinin yaratmak istediği, arsız ve izansız liberalizme uygun, bu arsızlığı ve izansızlığı sorgulamayacak, sorgulayıp bir de karşı çıkanın ya tasfiye ya marjinalize edildiği; özel ve kamusal alanlarının her metrekaresine müdahale edilen bir toplum. İçerde ve dışarda envai çeşit hücreye hapsedilmiş olan bu toplumda, muktedirlerin dikte ettiği tüm davranış kodları şimdilik başbakan ve kurmayları ile yorulmak bilmedikleri ölçüde yorucu iktidar hempalarının yazdıklarıyla, söyledikleriyle sınırlı. Hammurabi kanunları[3] muadili bu kodların matbu olarak elimize tutuşturulacağı günler de yakındır. Bu sebeple, muhtemelen -Murat Utku’nun deyişiyle “hâlâ oyçokluğu sandığımız”- halk iradesinin tecelli edeceği sandıklarda oylanacak olan yeni anayasamızı heyecanla bekliyoruz.


MUKTEDİRLERİN TEKELİ
Kiminle hangi koşullarda beraber olacağımızdan (“evlenmeyen tipler var”) nasıl üreyeceğimize (“en az üç çocuk”), jinekolojik müdahalelerden (“kürtaj cinayettir”) neyi ne kadar yiyip içeceğimize (“obezlere şişko diyelim”, “tıksırıncaya kadar içiyorlar”, “öğrenci [üniversiteye] gelip de alkolü alıp kafayı mı bulacak yoksa ilmi alıp kendini mi bulacak”), interneti nasıl kullanacağımızdan (“hakara makara yapıyorlar”, “sosyal medya büyük toplulukları gaza getirebiliyor”) hangi dizileri izleyeceğimize (“Aşkı Memnu’dan irrite oluyorum” ve malum Muhteşem Yüzyıl çıkışları); nasıl eğitileceğimizden (4+4+4; “tinerci mi olsun istiyorsunuz”lu sınıfsal aşağılama; “dindar nesiller yetiştirmek istiyoruz” – ki bu nesillere Sünnî olmayanlar dahil değil elbette),  inanma/ inanmama özgürlüğümüzden (“Alevilik yok; İslam var”; ateist kelimesinin her fırsatta küfür olarak kullanılması) yaşam alanlarımızı nasıl kullanacağımıza (Haydarpaşa, Taksim Projesi, Tarlabaşı’nın “ıslahı, İstanbul’a çılgın proje, HES’ler, vesaire) varıncaya kadar başbakan ve genel olarak AKP (ve hempaları) yaşamımızın her alanına sürekli olarak müdahale ediyorlar. Bu müdahalenin ayyuka çıktığı (daha doğrusu, ayyuka çıktığı net olarak görülmesi gereken) iki yaşamsal alan var: kent ve hukuk. Kentsel dönüşümle arzu edilen liberalizmi layıkıyla uygulayacak sınıflara (içerden yeni zenginler, dışarıdan çoğu Körfez ülkelerinden gelen zengin Araplar) yer açılır, kentler bu sınıfların soyuna göre “soylulaştırılır”ken, bunun önüne taş koyabilecek tüm sınıflar meşreplerine göre tasfiye ediliyor.  Vaktiyle kenti parsellemiş olan üst sınıfların tasfiyesi, ucu kaçmış bir Kemalizm ve elitizm eleştirileriyle meşrulaştırılıyor mesela. Kent yoksullarının payına düşen de, vaktiyle “ayaklar baş oldu” çıkışıyla sınıf bilincine saldıranlarca yaşam alanlarından hoyratça kovulmak oluyor. Taksim projesiyse, meydanların sınıftan arındırılması projesi (bu arındırmayı özellikle Tarlabaşı’nın “ıslah” edilmesiyle beraber okumak gerekiyor). Bunlara karşı çıkanların payına düşense ya terörist ya İttihatçı, darbeci, ulusalcı yaftalaması… Başka bir deyişle, hayata bakışımızı, her türlü sınıfsal, toplumsal, siyasi duruşumuzu, kendimizi nasıl tanımlayacağımız dahi muktedirlerin tekelinde.


Sözünü ettiğimiz iki yaşamsal alandan diğeri de hukuk: bir yandan evvelden verilmiş cezaya suç ve suçlu, çok önceden yapılmış kafese mahkûm aranırken, suç ve suçlu tanımı, affedilecek olanla affedilmeyecek olanın tarifi de dayatılıyor bu “hukuk”la. Buna göre, bir yandan tecavüzcüler, Bahçelievler katliamcıları salıveriliyor, Sivas’ta zamanaşımı “hayırlı olsun”la hoş bulduruluyor; diğer yandan da uydurma delillerden müebbetler, ağır hapis cezaları devşiriliyor. Sözünü ettiğimiz dayatma, gündelik hayatla da sınırlı değil, ki Muhteşem Yüzyıl çıkışı bunun kanıtlarından sadece bir tanesi (en yüksek reyting alanı, diyelim): iktidar partisi, sadece hayatımızı nasıl yaşayacağımızı değil, geçmişi de nasıl hatırlamamız gerektiğini dikte ettiriyor bizlere. Başbakan, Muhteşem Yüzyıl nezdinde, “ecdadımızın” at üstünde yalın kılıç düşman kovaladığını söyleyerek, elbette Türk ve Müslüman olan bu ecdadın tarihinin nasıl anlatılacağını satır satır yazdırmaya talip oluyor, bu talebi kabul etmeyenlere de kendisinin çizmiş olduğu hadlerini bildiriyor. Bunu yaparken de Osmanlı’nın özel alanını da hafızamızda yeniden tarif, hatta inşa ediyor. Bu yeniden inşa (güya her fırsatta eleştirilen toplum mühendisliği), ulus-devlet yaratma sürecinde bir ulus yaratmak için gereken resmi tarih yazımının çağımıza uyarlanmış halinden başkası değil. Bu çağ da saldırgan neo-liberalizm çağı; ömrü vefa etseydi, Eric Hobsbawm’ın Aşırılıklar Çağı’na eklemeler yapabileceği bir çağ… yeni(lenmiş) Zeitgeist.[4] Arzu edilen nesillerin eğitiminden kentlerin yeniden tanzim ve taksim edilmesine varıncaya kadar, atılan her adım neoliberal politikaların uygulanabilmesi için gereken zeminin hazır edilmesi amacını taşıyor. Böyle bir zeminin inşa edilebilmesi de, davranış kodlarının toptan dikte ettirilmesini gerektiriyor.


Bu minvalde, AKP kurmaylarının türlü vesilelerle verdikleri beyanat deli saçması olmaktan daha fazlasına işaret ediyor: sözünü ettiğimiz “zamanın ruhu”na uygun toplumsal rızayı üretmeye; aşağılamaların, yok saymaların çözemediği “sorunları halletmekte” kullanılan ve kitlesel tutuklamalara sahne olan davaların açıkça gösterdiği gibi, bu rızanın parçası olmayan her unsuru da yok etmeye yönelik bir iç konsolidasyona... Daha da ileri giderek, Türkiye’nin Ortadoğu’da izlediği ve Suriye başta olmak üzere Türk-Sünnî hattını kuvvetlendirmeye, bunu yaparken de bölgedeki fay hatlarını derinleştirmeye yönelik bölgesel siyasetinin de buna hizmet ettiğini söylemek mümkün. Başkanlık sistemiyle güçlenecek olan bu konsolidasyonun son derece güçlü bir rızaya olduğu kadar, aynı derecede saldırgan bir inkâra da ihtiyacı var. Muhteşem Yüzyıl çıkışı işte bu minvalde anlam kazanıyor: tek başına hiçbir anlamı olmayan, ancak cümle içinde her anlama gelen “şey” kelimesi gibi bu çıkış. O cümle de saldırganlık dozu giderek artan neo-liberalizmin ta kendisi… 
Erdoğan’ın kanunu bu, Kanunî’si böyle…
Sıcak servis ediniz.

[1] Murat Yetkin, “Erdoğan’ın Ülkesi,” Radikal, 27 Ekim 2012.
    URL: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar
&ArticleID=1105528&CategoryID=98.
[2] “Tüm milletimizin” başbakanın bu haklı isyanını desteklediğini söyleyen AKP Manisa milletvekili Hüseyin Tanrıverdi de bu davaya müdahil olmaya niyetli gibi…
[3] Gerçi, MÖ 1760 tarihli Hammurabi Kanunları ile MS 2012 model AKP kodları arasında ciddi farklar var: mesela, “tecavüz edilen doğursun gerekirse devlet bakar” zihniyetine karşı Hammurabi Kanunları tecavüz eden erkeğin idamını veya erkeklikten men edilmesini öngörüyordu. Bunun dışında, poşudan, limondan, şemsiyeden “kanıt devşiren” egemen hukuk kurallarına karşılık, Hammurabi Kanunları bir suçun kâti biçimde ispatlanmaması durumunda da suçlayan tarafın idamını hükme bağlıyordu. Taksim meydanı, HES, Çamlıca Camii, Göztepe Camii, 4+4+4 başta olmak üzere doğrudan kendisini ilgilendiren konularda zinhar fikrini almadığı halde, türlü vesilelerle yokladığı anlaşılan kamuoyundan, son olarak idam cezasını geri istediğini öğrenen Başbakan’ımızın dikkatli olmasında fayda var.
[4] Zamanın ruhu.

ZEYNEP ARIKANLI