İstediği kadar kendisini 1920’ye, Birinci Meclis’e ve Mustafa Kemal’e referansla tanımlamaya çalışsın, karşımızda bir “Neo-Kemalizm” ya da yeni bir cumhuriyet arayışı yok, İslam referanslı bir tür monarşizm özlemi var ve bir olgu olarak bunu mutlaka görmemiz gerekiyor

Erdoğan, Mustafa Kemal’in nesi oluyor?

FATİH YAŞLI

“Şeyh uçmaz mürit uçurur” diye bir laf vardır ve doğrudur doğru olmasına ama eksiktir. Çünkü “uçabilmek” için müridin inanması yetmez sadece, şeyh de kendine ve uçabileceğine inanmalıdır ki uçabilsin.

Bu “şeyh-mürit diyalektiği”nin muazzam bir örneğine tanıklık ettik geçtiğimiz günlerde. Günlere ve haftalara yayılarak adeta bir taç giyme törenine dönüştürülen monarşi öykünmeli cumhurbaşkanlığı devir teslim sürecinin Köşk töreninde “seçilmiş cumhurbaşkanı” Erdoğan çıktı ve şöyle dedi:
“91 yıllık Cumhuriyet tarihimizde hatta diyebilirim ki 2000 yıllık Türk tarihinde ilk kez devletin başındaki isim milletimizin sandık başına gidip, tercih yapmasıyla yani doğrudan doğruya kendi tercihiyle bir Cumhurbaşkanı belirlenmiştir.”

“Demokrasi ve sandık” denilen mefhumun “2000 yıllık Türk tarihi”nin en fazla son 100 senesi için bir anlam taşıyabileceğini gözardı etme saçmalığından tutun da, “şanlı ecdat” diye övünülen padişahlardan hiçbirinin “milletin oylarıyla” tahta çıkmamış olması riyakârlığına kadar bir sürü sorunu içerisinde barındıran ve bu nedenle de neresinden tutarsanız elinizde kalan bu söz niye edilmişti acaba?

“Şeyh” uçabileceğine inanıyordu da ondan! İnanıyordu ve artık kendisini “91 yıllık cumhuriyet tarihi”yle sınırlamak yetmiyordu; önemli olan “2000 yıllık Türk tarihi” açısından bir milat olma, bir “çağ açıp çağ kapama” durumuydu. “Vesayet” 92 yılın ürünü değildi; 2000 yıldır vardı adeta ve işte 2000 yılın sonunda Erdoğan’ın Köşk’e çıkışıyla birlikte, “Türk’ün makûs talihi” nihayet değişiyor, vesayet yıkılıyor, devletle millet barışıyordu.

Erdoğan, cumhurbaşkanı seçildiği akşam yaptığı balkon konuşmasında da, kendisinin seçilişini bir parantezin kapanışı ve yeni Türkiye’nin başlangıcı ilan etmiş, Gül’ü harcama pahasına da olsa, tarihi, “benimle birlikte yeniden başlasın” diye sıfırlamıştı. İşte şimdi, bu sıfırlama operasyonunda cumhuriyet tarihi de yetmiyor, bütün bir Türk tarihi için yeni bir başlangıçtan söz etmek gerekiyordu. Dediğim gibi, sadece mürit değil, şeyh de uçabileceğine inanıyordu.

Tarihi sıfırlayıp kendi adıyla yeniden başlatma arzusunun damgasını vurduğu “2000 yıllık vesayetin sona erişi” argümanı ortadaydı evet ama yine de bir “tuhaflık” söz konusuydu. Erdoğan, partisinin kurultayında yaptığı konuşmada, yeni Türkiye’nin aslında “23 Nisan 1920 ruhunun yeniden diriltilmesi” olduğunu söylüyor, tarihsel referans noktası olarak burayı gösteriyordu. Dahası, Anıtkabir ziyaretinde özel deftere şunları yazıyordu:

“Aziz Atatürk Türkiye Cumhuriyeti’nin 12. Cumhurbaşkanı, halkın doğrudan oyları ile seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı olarak bugün vazifemizi devir alıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı iken 10 Kasım 1938’de, vefatınızın ardından Cumhurbaşkanı makamı ile cumhur arasındaki irtibat maalesef zayıfladı. Cumhur ile başkanı arasına mesafeler girdi. (…) Halk oyları ile seçilmiş ilk cumhurbaşkanının göreve başladığı bugün Türkiye’nin küllerinden doğduğu, yeni Türkiye’nin inşa ve imar sürecinin güç kazandığı bir gündür. Hiç kuşkunuz olmasın ki bugün, 23 Nisan 1920’de ilk adımlarını attığınız büyük Türkiye ruhunun, özünün, hayal ve ideallerinin verildiği gündür.”

Altın çağ olarak 1920
Peki neden? Neden yeni Türkiye kendisini “eski”nin başlangıç noktasına, 23 Nisan 1920’ye referansla tanımlama ihtiyacını hissediyordu?
Bunun ilk nedeni hiç şüphesiz Erdoğan’ın kendisini “ikinci kurucu” olarak görmesi... Seçim gezilerine “Samsun’a çıkarak” başlama ve oradan Erzurum’a geçiş, “yeniden Milli Mücadele” vurgusu ve kendini bunun lideri olarak sunma isteği… Hepsi bu “kurucu liderlik” arzusunun tezahürleri.

Ancak 1920 vurgusunu sadece bununla anlayabilmek mümkün değil. 1920 her şeyden önce, muhafazakâr tahayyül açısından bir “bozulmamışlık”, bir “sahihlik” dönemine işaret ediyor. Henüz batıcı reformlar, yani “inkılaplar” başlamamış, Cumhuriyet ilan edilmemiş ve “Kemalizm” ortaya çıkmamış, dinin kamusal alandan dışlanmasına girişilmemiş, tarikatlara, tekkelere, zaviyelere dokunulmamış, cemaat yapılanmaları dağıtılmamış. Bilakis, 1920 Türkiye’sinde amaç “hilafet ve saltanatı kurtarmak” olarak açıklanmış, Meclis özellikle cuma gününe denk getirilerek açılmış, Hacı Bayram’da namaz kılınmış, hatimler indirilmiş, kurbanlar kesilmiş.

Üstelik bu “Müslüman” Meclis’te “millet”in esas temsilcileri yer almış: Tarikat, cemaat liderleri, din adamları, şeyhler, Meclis’e ve Milli Mücadele’ye damgalarını vurmuşlar, henüz Mustafa Kemal “tek adam”lığını ilan etmemiş, Cumhuriyet Halk Partisi kurulmamış. Demek ki 23 Nisan 1920’de “hâkimiyet kayıtsız şartsız Müslüman milleti”ninmiş.

“Dini ve milli irade”nin tezahürü açısından bir “altın çağ” olarak sunulan bu dönem, aynı zamanda bir “kuvvetler birliği” ve “Meclis hükümeti” dönemidir ki, Erdoğan’ın özel deftere yazdığı nota bakacak olursak, bunun Mustafa Kemal’in “tek adam”lığına doğru evrilmiş hali, Erdoğan’ın kafasındaki fiili devlet başkanlığı rejimi açısından bir model olarak görülmektedir.
Ayrıca bu dönem “milli irade”den bahsedilmekle birlikte seküler bir ulus inşasının henüz başlamadığı, kolektif kimliğin kurucu unsurunun İslam olduğu ve “ulus” yerine “anasır-ı İslam”, yani “İslam unsurları” teriminin kullanıldığı bir dönemdir. Kürt sorununu “İslam kardeşliği” üzerinden çözmeye çalışan anlayışın, 1920’yi anasır-ı İslam’ın Türk, Kürt, Laz, Çerkez bütün bileşenlerinin “İslam kardeşliği” çatısı altında Meclis’te yer aldıkları bir dönem olarak görüp kutsaması da gayet doğaldır.

Dolayısıyla, “kuruluş”, “milli mücadele”, “tek adamlık”, “kuvvetler birliği”, “İslam kardeşliği”, “milli irade” gibi kavramlar üzerinden yeni Türkiye kendisini 1920’ye referansla kurmayı tercih etmekte, bu kuruluş da “ikinci kurucu” ve “milli irade”nin temsilcisi, “tek adam” ve “Müslüman” Tayyip Erdoğan’ın şahsında cisimleşmektedir.

Neo-Kemalizm mi İslami Monarşi mi?
Peki tüm bunlardan yola çıkarak AKP ve Erdoğan’a “Neo-Kemalist” yakıştırmasında bulunmak ya da yeni Türkiye’yi 1923’ün bir versiyonu olarak görmek mümkün müdür?
Bu sorunun yanıtının kesin bir şekilde “hayır” olması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye tarihini “100 yıllık vesayet tarihi” olarak okuyan ve her türlü otoriterleşme eğilimine bilimdışı bir şekilde “Kemalistleşme” yaftasını vuran liberal-muhafazakâr paradigmayla olan biteni anlamak mümkün değil çünkü.

Yeni Türkiye ve Erdoğan istediği kadar kendisini 1920 referansıyla kurmaya çalışsın, 1908 ve 1923’ten kopuk bir 1920 referansının herhangi bir kıymet-i harbiyesi bulunmuyor. İttihatçılıktan Kemalizme uzanan ve Türkiye modernleşme sürecinin görece “ileri” bir hattını temsil eden çizgiyle, AKP’nin/Erdoğan’ın mirasını devraldıkları çizgi arasında benzerlikten çok farklılıklar var. Özellikle 1923 paradigması, egemenliği “tanrının yeryüzündeki gölgesi” olan padişahtan alarak seküler bir varlık olan ulusa vermiş olmakla somutlaşıyor ki; bu, kurucu paradigması İslam olan yeni Türkiye’yle taban tabana bir tezatlık teşkil ediyor. Yurttaşlık, kadın hakları, medeni kanun, hilafetin kaldırılması, din derslerine bakış, tevhid-i tedrisat, tekke ve zaviyeler gibi sayısız başlıkta, 1923 yeni Türkiye’nin anti-tezini oluşturuyor ve doğal olarak da yeni-Türkiye kendisini bugün 1923’ün anti-tezi şeklinde ve İslam’ı bir üst ilke, kurucu paradigma olarak görüp ona göre kuruyor. Başka bir deyişle, Yeni Türkiye kendisini 1920 “doğru başlangıcı”nın daha sonra istikamet yitirmesine bir müdahale ve onu tekrar “sırat-ı müstakim”e yani “doğru yol”a oturtma iradesi olarak var ediyor.

Dolayısıyla istediği kadar kendisini 1920’ye, Birinci Meclis’e ve Mustafa Kemal’e referansla tanımlamaya çalışsın, karşımızda bir “neo-Kemalizm” ya da yeni bir cumhuriyet arayışı yok, İslam referanslı bir tür monarşizm özlemi var ve bir olgu olarak bunu mutlaka görmemiz gerekiyor. Eğer politik mücadelenin başlangıç boyutunda iktidarı nasıl analiz ettiğimiz, söylem ve eylemlerini nasıl okuduğumuz bulunuyorsa, çıkış noktamız da sözünü ettiğimiz bu İslami monarşizm arzusunu tespit ve bunun karşısında verilecek mücadelenin biçim ve içeriği olacak çünkü.