KESK Eş Genel Başkanı Şaziye Köse ile KESK’in mevcut durumunu ve ihtiyaçlarını konuştuk

‘Gezi isyanı’ndan doğru dersler çıkaramadık’

HAZIRLAYANLAR: Mutlu Arslan- Ahmet Acar

90’lı yılların en büyük muhalefet dinamiği olan kamu emekçileri hareketinin 2000’li yıllardan itibaren yaşadığı geri çekilmenin nedenleri nedir?

Konfederasyonumuz KESK, 1960’larda TÖS ve İLK-SEN’in açtığı, 1970’lerde TÖB-DER’den POL-DER’e kadar uzanan yaygın bir dernekleşme hareketi ile yeniden sahneye çıkan, 1980’lerin ikinci yarısından itibaren kendisini tekrar görünür kılan bir çığırın ve geleneğin bugünkü taşıyıcısı, ifadesi ve mirasçısıdır. Bu gelenek yakın zamanlara kadar, kısa kesintiler dışında kamu emekçileri sendikal hareketinin öncüsü ve sürükleyicisi olmayı başardı. Türkiye’nin son 40-50 yıllık tarihi boyunca toplumsal muhalefetin ana bileşenleri arasında ilk sıralarda yer alan bir etkililik ve süreklilik sergiledi. “Memur zihniyeti”ni büyük ölçüde yıktı, kamu emekçilerini dönüştürdü, onların mücadele ve örgütlenme kapasitelerini açığa çıkardı. “Fiili ve meşru mücadele” çizgisine yaratıcı ve her biri başlı başına birer deneyim olan ciddi katkılarda bulundu. Yüz binleri seferber ettiği başarılı eylemlerle sokakları ve meydanları özgürleştirdi; “yasaklar”ı birer birer hükümsüz kıldı. Üretimden ve hizmetten gelen gücü bir imkandan çıkararak defalarca fiili bir kapasiteye dönüştürdü. 12 Eylül rejiminde gedikler açılmasında ciddi roller oynadı. Bu süreç boyunca, geleneksel sendikal hareketin zaaf, darlık ve kireçlenmelerini aşan yeni tipte bir sendikal hareketi cisimleştirme vaadini ve imkanlarını hep bağrında taşıdı.

4688 sayılı yasa, 2012’de kısmi değişiklikler yapılsa bile bir “cendere” yasasıdır, “güdük” bir yasadır. Fakat güç kaybedişimizin biricik nedeni değil. Başlangıçta nispeten güvenceli bir alanın yüksek dinamizmine yaslanan sendikal hareketimiz, kendisini işçi hareketinin krizinden bağışık saydı; hatta bu krizin bir çaresi ve panzehri olarak gördü. Bugün apaçık görüyoruz ki, bu bir yanılsamamadan; sıranın henüz bize gelmediği bir zamanda güvenceli bir zeminde sendikal bir çıkış yapmanın rehavetinin yol açtığı bir yanılsamadan ibaretmiş.

Nitekim, sermayenin geleneksel işçi hareketinin etrafındaki çemberi gittikçe daraltan taarruzu ve kuşatması sonunda “kamusal alan”a da uzandı ve bu alandaki sendikal hareketin de zeminini oymaya başladı. Bugün artık güvencesizleştirme, çalışanlar arasında rekabeti kızıştırma, çok statülü hale getirerek emeği parçalama, emeğin pazarlık gücünü çeşitli yöntemlerle azaltma, vasıfsızlaştırma ve durmadan yeni beceriler talep etme, performans vb. uygulamalar kamusal alanda da yerleşik bir olgu haline gelmiş durumda. Geçmişte sorunumuz bir yanılsamaya kapılma ve öngörü yoksunluğu iken, bugün sorunumuz; göz göre göre ilerleyen ve daralan bir sermaye ablukasını dağıtacak etkili ve sonuç alıcı bir mücadele hattı geliştirmek yerine, durumu kurtarmaya çalışan, adı konmamış ve nerede duracağı kestirilemez bir geri çekilme tavrı içinde olmamızdır. Geri çekilme de, gerektiğinde uygulanması gereken bir taktik olabilir. Ama adını koymak, nerede duracağını bilmek ve gerisine gidilmeyecek bir savunma hattının nerede örüleceğini bilmek kaydıyla… Şimdi bu hattı elbirliğiyle, ayrımsız, kısır taraflılık ve tartışmaları ortadan kaldırarak örme zorunluluğu ile yüz yüzeyiz.

KESK’in ve diğer emek örgütlerinin TEKEL ve Gezi Direnişlerinde yeterince aktif rol alamadığı yönündeki eleştirilere katılıyor musunuz?

15-16 Haziran 1970 Direnişi Türkiye işçi sınıfının kapasiteleri konusundaki tereddüt ve yanılgıları gidermiş, onun toplumsal mücadeleler içindeki öncü rolüne paha biçilmez ve pratik bir kanıt sunarak zihinleri aydınlatmıştı. İlk bakışta ve alışılagelmiş yaklaşımlara göre net bir sınıfsal karakter taşımasa da, harekete geçirici dürtülerini mülkiyet, sömürü ve bölüşüm ilişkilerinden almıyormuş gibi gözükse dahi, Gezi İsyanı da işçi sınıfının yeni bileşiminin tarih sahnesini zorlamaya başlamasının ciddi, sarsıcı, haberci, öncü, müjdeci ve bize sınıf mücadelelerinin gelecekte izlemesi muhtemel güzergâhlar konusunda önemli ipuçları sunan bir provası oldu.

15-16 Haziran, işçi sınıfının süregiden eylemliliğinde ve kendini kurma sürecinde niteliksel bir sıçrama uğrağıydı. Onda esas olan süreklilikti. Kendisine ön gelen çeşitli türden mücadelelerin birikimine yaslanarak patlak verse bile, Gezi süreklilik içinde bir aşamadan ziyade bir kopuşu, baskın karakter olarak yeniliği ve farklılığı, yerleşik siyaset kalıplarını ve algılarını sarsan ve sınıf mücadelelerinin gelecekte bürüneceği biçimleri sezinleten a-tipik bir olayı ve yol açıcı bir keşif kolunu temsil ediyor.
KESK ve diğer emek örgütleri Gezi İsyanı‘na bu pencereden bakmadılar. “Gezi”yi bir “orta sınıf” hareketi olarak gördüler. Bunun için aktif rol üstlenmeleri mümkün olmadı. Fakat eleştirilere yine de kısmen katılırım. Çünkü, Gezi İsyanı‘nda KESK ve diğer emek örgütleri merkezi olarak aktif rol almasalar da üyelerin neredeyse tamamı isyan boyunca aktif roller üstlendiler.
Siyasal ve toplumsal açıdan çoğul ve çok bileşenli bir isyan olan Gezi’nin ortak paydasında haysiyet kavgası, özgürlük arayışı, sermayenin mekân üzerindeki tahakkümüne, kentin bir “müşterek alan” olduğu gerçeğini hiçe saymasına bir itiraz anlamına gelen “kent hakkı” talebi ve yeni rejimin koyu bir muhafazakârlıkla damgalı beden politikasına karşı birikmiş öfke vardı. Ama kendi seyri ve evrimi boyunca, Gezi bunun ötesine geçti. Sadece bir protesto ve başkaldırı olmaktan çıkarak, geleceğe yönelik pek çok mesaj barındıran kurucu ve komünal bir deneyime dönüştü. Bu deneyimden dersler çıkarmayan ve kendini bu dersler ışığında yeniden kurmayan bir sendikal hareket yaşamın gerisine düşmeye ve hatta zamanla köhnemeye mahkûmdur. Biz hala bu dersleri çıkarmış değiliz.

KESK açısından içinden geçtiğimiz dönemin en önemli muhalefet başlığı nedir sizce?

Günümüzde sermaye hakimiyeti tam, yoğun ve kuşatıcı. Artık sermayenin değmediği, uzanmadığı, damgasını vurmadığı, şu veya bu oranda biçimlendirmediği bir alan neredeyse yok gibi. Bu durum, sendikal hareketi çok cepheli bir anti-kapitalist mücadeleyle kendini yeniden var etme görevi ile yüz yüze bırakıyor. Sermaye taarruzu AKP eliyle din ve muhafazakarlık örtüsü altında dolu dizgin ilerlerken, AKP; İşçilere, Kürtlere, kadınlara, gençlere, doğaya, kentlere, yerleşim alanlarına karşı topyekun savaş açmış durumda. Hükümet kazanılmış hak olan ne varsa yok etmek üzere hazırlıklar yapıyor. Bunun için barış ve hak mücadeleleri birbirinin ayrılmaz parçası haline geldi. AKP hükümetinin uyguladığı savaş konsepti içinde özelde zaten sınırlı olan iş güvencemizin ortadan kaldırılmasına, işçi hareketinin tamamına dönük saldırılarına karşı topyekun bir “HAK ve BARIŞ” mücadeleleri cephesi örmek hepimizin görevi. 20. kuruluş yıldönümümüzü “10 Ekim Katliamı”nda yitirdiklerimize ve aynı zamanda çok cepheli mücadeleleri örmenin ve yükseltmenin başlangıcına adayacağız.

***

ÜNİVERSİTELER BİZİMDİR

Aysun Gezen*

KESK 20. yaşında, AKP’nin gerici, mezhepçi faşist politikalarına karşı, içinden geldiği mücadele geleneğini yükseltme zorunluluğu ile karşı karşıya. Bu mücadelenin en önemli kavga alanlarından biri de yükseköğretim kurumları.
Bugün üniversitelerde eleştirel düşünce başta olmak üzere savunduğumuz tüm değerler mezhepçi faşist AKP iktidarının saldırısı altında. Birçok üniversite polis ablukasında tutuluyor; muhalif öğrenciler soruşturma, dava ve cezalara boğuluyor; öğretim üyelerinin ders içeriklerine müdahaleye varan soruşturma ve ceza davaları açılıyor; kampüslerden öğretim elemanları sürüklenerek yaka paça gözaltına alınıyor; greve katıldığı, düşünce ve ifade özgürlüğünü kullandığı, Erdoğan’ı ve AKP’yi eleştirdiği için öğretim elemanları soruşturmalara maruz kalıyor.

Hukuku askıya alarak kendisi hukuk yaratan AKP, 657’de yapmak istediği dönüşümü üniversitelerde de gerçekleştirecek adımlar atıyor. Kamu görevinden çıkarma yetkisinin rektörlere bırakılması, vakıf üniversitelerine el koyma yetkisi getirilmesi gibi uygulamalarla belki de 12 Eylül’den çok daha geniş çaplı bir “temizlik” bizi bekliyor. Hali hazırda zaten iş güvencesiz, statüsüz, borçlandırılmış araştırma görevlileri tamamıyla zapturapt altına alınmaya çalışılırken, üniversite emekçileri de taşeronlaştırma, güvencesiz çalıştırma ve keyfi atamalar gibi sorunlarla boğuşuyor.

Yıllardır iktidarların bize dayattığı karanlık tabloya karşın üniversitelerin akademik özerkliğini, bilimsel özgürlüğünü, demokratik özyönetimini sağlayabilmek için üniversitenin tüm bileşenleriyle ortak bir mücadeleyi büyütmek zorundayız. Önümüzde bunu gerçekleştirebileceğimiz fırsatlar var. Rektörlük seçimlerini tüm üniversite bileşenlerinin söz sahibi olduğu, katılımcı, demokratik bir şekilde gerçekleştirmek için yürütülecek kampanyalar; laik, bilimsel, anadilde eğitimi hayata geçirecek adımlarda ısrar; yeni YÖK yasa tasarısına karşı etkili bir mücadele ve emek alanındaki dönüşüm karşısında etkili bir örgütlenme... Mücadele bizi bekliyor, kavgayı yükseltelim!

* Eğitim Sen Ankara 5 No’lu Üniversiteler Şubesi Eşbaşkanı

KAMU EMEKÇİLERİNİN MÜCADELESİNDE KIRILMA NOKTALARI

Kemal Ünal*

Kamu emekçilerinin mücadelesi, 2000’li yılların ortasından sonra karakterinden uzaklaşmıştır

Türkiye’de kamu emekçileri mücadelesinin onurlu adı olan KESK’in kuruluşunun yirminci yıldönümündeyiz. Ülkemizdeki emek ve demokrasi mücadelesinde kendine özgü bir yer edinen KESK’in yirmi yılı, Türkiye’deki toplumsal muhalefetin bütününün önünü açan mücadele pratikleriyle olduğu kadar, taşıdığı geniş potansiyeli gerektiği kadar kullanamamasına yol açan hataları da barındırmaktadır.

2000’li yılların başlarına kadar, inişli çıkışlı da olsa mücadelenin ileriye doğru ivme kazandığını, toplumda ve işveren devlet karşısında bir ağırlığının olduğu, büyük kazanımlar sağlayamasa da KESK’in mücadele hedeflerinin çok uzağında olmadığı söylenebilir. 1990-2000 arası bu dönem için şu iki belirleme önemlidir: Birincisi, 1990’lı yılların son dönemine kadar sendikal örgütlenmeye ve mücadeleye, alanın kendi dinamiklerinin iradesi egemendi.

İkincisi, Kamu emekçileri örgütlerinin gündeme getirdiği talepler, hem kamu çalışanlarında hem de kamuoyunun geniş kesimlerinde kabul görüyordu. İşte bu talepler ekseninde yapılan fiiller de; yani yürüyüşler, iş bırakmalar da meşruiyet kazanıyordu. Hak isteme bilinci sürekli gelişiyor, daha da önemlisi hak almak için tutum almak gerektiği bilince çıkıyordu. Eyleme katılma ise bir heyecana coşkuya neden oluyordu. Bu durum, meşru ve fiili mücadeleyi ve kitleselliği yaratan gerçeklerdi.

Ne var ki kamu emekçilerinin mücadelesi, 2000’li yılların ortasından itibaren 90’lı yıllardaki karakterinden uzaklaşmıştır. Önce sendikal kadrolarla üyelerin sendikal mücadeleden beklentileri farklılaşmaya başlamıştır. Her geçen gün belirginleşen bu durum, üyelerle kadroların, üyelerle sendikaların birbirlerine yabancılaşmasına yol açmıştır. Bu farklılık üyelerin kendilerini geri çekmelerine neden olmuştur. Sendikaların işyerlerindeki etkinliği durma noktasına gelmiş, artık sendikaların, konfederasyonun eylem ve etkinlikleri “cılız protestolar” olma halini aşamaz olmuştur. Dolayısıyla da sendikalar ve KESK, kamu çalışanlarının içinde yaşadığı ekonomik-sosyal koşulların değiştirilmesinde, emekçileri ilgilendiren konuların kararlaştırıldığı süreçleri dışarıdan izlemeye başlamıştır. Bu karşılıklı yabancılaşma neticesinde, örgüt son yıllarda önemli oranda üye kaybına uğramıştır.

Sendikal hareketin, sendikaların, KESK’in gerilemesinin güç kaybetmesinde devletin anti- demokratik tutumunun, kamu emekçileri mücadelesinin gelişmesini engellemek, etkisiz hale getirmek hesabıyla çıkarılan 4688 sayılı yasanın ve siyasal iktidarın yandaş sendika yaratma çabalarının rolü görmezden gelinemez. Ancak asıl problem, Kamu Görevlileri Sendikaları Yasası’nın yürürlüğe girmesinin ardından, dönemin zorluk ve engellerini aşabilecek, bir mücadele hattı geliştirilememiş olmasıdır. Toplu sözleşme ve grev hakkını içermeyen, kamu emekçilerini kendi gelecekleri ile ilgili karar süreçlerinden dışlayan, anti demokratik sendika yasasına karşı KESK ve Sendikalarımızın organlarında tartışarak belirlenen, ‘Toplu görüşmenin toplu sözleşmeye dönüştürülmesi’ hedefine dönük kısa, orta ve uzun vadeli bir mücadele programının oluşturulamaması önemli bir kırılma noktası olmuştur.
Kürt sorununa bağlı olarak yaşanan gelişmeler karşısında doğru sendikal tutumlar alınmaması üyelerin sendikadan ayrılmasına, uzaklaşmasına neden olmuştur.

Kamu emekçileri sendikal örgütlenmesini olumsuz yönde etkileyen konulardan birisi de ortaklaştırılmış bir sendikal program ve örgütsel etik üzerine oturmayan, geniş kitlenin beklenti ve kaygılarını taşımaktan uzak yönetim yapılanmalarıdır. Bu tarzda oluşturulan yönetimler sağlıklı bir iktidar ve muhalefet ilişkisini yok etmekte, örgüt içi dinamizmi ve denetimi zayıflatmaktadır. Ayrıca yönetim belirleme süreçlerinde temel alınan delege sistemi, örgüt içi demokrasinin işlerliğini yok etmekte, üyelerle sendika arasında yabancılaşmaya neden olmaktadır. Temsilcilik ve şube seçimleri üyelerin doğrudan katılımıyla yapılmalıdır.
KESK ve sendikal hareket ancak, sınıfsal bakışı ve kitleselliği temel alan bir sendikal anlayışla ve çok yönlü bir çalışma anlayışıyla mücadelesini etkili kılabilir.

* Eğitim Sen Eski Genel Sekreteri (1998-2002)