Gazeteci-Yazar Ercüment Akdeniz, “Avrupa Birliği Türkiye'yi sadece göçmen deposu olarak görmüyor artık. Yeni bir rol, yeni bir işlev yükledi. Göçmenler nitelikli iş gücü olarak geçici sözleşmelerle Avrupa'da çalışıp geri gönderilen mobilize bir iş gücü olacak” diyor

Sercan MERİÇ

Uzun yıllardır göç ve göçmenler üzerine çalışmaları bulunan Gazeteci-Yazar Ercüment Akdeniz, Tekin Yayınevi tarafından yayınlanan son kitabı Göç ve Belediyeler’de, belediyelerin göç ve göçmenler ile ilgili performanslarına mercek tutuyor.

Göçün temel sebebinin emperyalist ülkelerin sömürü arayışı olduğuna değinen Akdeniz, aşırı sağcı ve neofaşist siyasetlere karşı nasıl tutum takınılması gerektiğine de kitabında yer veriyor.

Akdeniz ile son kitabı ekseninde göç meselesini konuştuk… 

Göç ve Belediyeler kitabını nasıl bir motivasyonla kaleme aldınız? 

14-28 Mayıs seçimleri arasında Kemal Kılıçdaroğlu ile Ümit Özdağ bir protokol vardı. Ata İttifakı’nın Cumhurbaşkanı Adayı Sinan Oğan bir tarafa, Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ diğer tarafa destek verdi. Avrupa'da ve dünyada yükselen aşırı sağ ya da neofaşist dalganın Türkiye'deki versiyonları olarak bu figürler aslında hem çok önemsenmesi gereken figürler olarak ortaya çıktı hem de Cumhur ve Millet İttifakı'na da rengini veren siyasi aktörler durumuna geldi. O zaman bütün bu hikayenin arka planını yazmak, sol, demokrat, ilerici çevrelere de göç politikaları ile ilgili karşı strateji oluşturmak gerekir diye düşündüm. 

Zafer Partisi “İktidar olursak göçmenleri bir yıl içinde geri göndereceğiz” diyor. Bu mümkün mü? 

Gönderemez. Bugünkü iktidar da ana muhalefet partisi gelse de gönderemez. 1951 Cenevre Sözleşmesi dahil olmak üzere bizi bağlayan maddeler var. Uluslararası hukuka rağmen bu yapılabilir bir şey değil. Ayrıca savaşlar tarihine baktığımız zaman, 200 bin kişinin hayatını kaybettiği Lübnan iç savaşı örneğin, milyonlarca insan ülke dışına çıktı. Ancak 15-20 sene sonra geriye dönüşler başladı, tamamen dönüş de olmadı. Geriye dönüş koşulları oluştuğunda yaşlı ve orta kuşak dönmek istiyor. Suriyelilerde de böyle bir istek var. “Ben köyümde ölmek istiyorum” diyor. Çocuklar Türkiye'de doğdukları için, Ankaralı, İstanbullu, Konyalı oldukları için Lazkiye’yi, Şam'ı bilmiyorlar ve orada yaşamak istemiyorlar. Dönmek istemiyor. Her halükarda birkaç milyon insan kalacak. Nihai olarak hepsini gönderme diye bir gerçeklik yok.  

İdari yapı göçmenlerle alakalı nasıl bir sonuç doğuruyor? 

Kısa bir süre önce depremleri yaşadık. Mültecilerin, göçmenlerin kronik hastalıkları neler? Kan değerleri neler? Yaşadığı mekanlar nereler? Bunların verileri belediyelerle paylaşılmazsa eğer çok ciddi sorunlar oluşur. Müdahale edemezsiniz, hazırlığınız olmaz. Bunların hepsini yaşadık. Deprem bölgesi zaten mülteci göçmen yoğunluklu illerdi. Bazı belediyelerle de temasım var, göç birimleriyle de görüşüyorum, çok şikayet var. Yerel yönetimler dediğimiz yapılar valiliklerin, belediyelerin, kaymakamlıkların, il özel idaresinin içinde olduğu bir yapı. Hem atanmışlar hem seçilmişler var. Atanmışlar ve merkezi iktidar çoğu durumda Göç İdaresi'nin elinde olan mültecilere dair verileri paylaşmıyor. Bu durumda da bir afet senaryosu bile oluşturamıyorsunuz. Gündemde İstanbul depremi var. İstanbul'da kaç göçmen yaşıyor? Bunların temel verileri neler? Bu veri tabanı paylaşılmadığı sürece İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin de yapabileceği şeyler sınırlı.  

Geri Kabul Anlaşması da göç meselesiyle ilgili yıllardır tartışılıyor. Bu anlaşma nasıl sonuçlar doğurdu? 

Ortada bir paradoks var. Göçmenlere, mültecilere sorduğum zaman “6 ay içinde savaş bitecek geri döneceksiniz’ dediler, 13 yıl oldu buradayız” diyorlar. Ne Avrupa'ya gidebiliyoruz, ne Suriye'ye gidebiliyoruz. “Sıkıştık kaldık” diyorlar. Bunun nedeni Geri Kabul Anlaşması. Yurttaşlara soruyoruz, onlar da durumdan memnun değil. “Hiçbir şey belli değil” diyorlar. Haklılar. Belediyelere soruyorsunuz, “Altyapımız kaldırmıyor” diyorlar. Haklılar. O zaman bu paradoksun sorumlusu kim? İktidar... İktidarın göç politikaları ve iktidarın arkasında saf tutmuş sermaye güçleri... Geri Kabul Anlaşması’nın ne mültecilere, göçmenlere bir faydası var ne de yurttaşlara bir faydası var. Türkiye bence ilk prototip ülkeydi Geri Kabul Anlaşması’nda… Bunun mimarı Davutoğlu ve Merkel’di. Para pazarlıkları da oldu. Türkiye bir baraj ülkesi haline geldi. Artık bir transit ülke değil. Para karşılığında göçü tutuyor. Ben Avrupa Birliği Yeni Göç ve İltica Paktı’nı da çalıştım. Orada da fark ettiğim bir realite var. Avrupa Birliği Türkiye'yi sadece göçmen deposu olarak görmüyor artık. Yeni bir rol, yeni bir işlev yükledi.  

Nedir?  

Burada mesleki ve teknik eğitim yapacaklar ve artık göçmenler nitelikli iş gücü olarak geçici sözleşmelerle Avrupa'da çalışıp geri gönderilen mobilize bir iş gücü olacak. Böylece Avrupa mültecileri durdurmuş olacak ve iş gücü açığını da geçici sözleşmeli işçilerle karşılamış olacak. Türkiye model dedim. Şimdi hemen arkasından Libya girdi devreye. Avrupa Birliği benzer anlaşmayı orayla yaptı. İtalya, Arnavutluk ile yaptı. Bu sistematik geri gönderme stratejisi ve göçmen deposu ülkeler stratejisi adım adım kıtalara doğru yayılıyor. Bunun mimarı da maalesef bizim ülkemizde AKP iktidarı oldu.  

Mülteciler, derin bir sömürü çarkının içinde… Bu sömürü sürecinde kazanılmış haklar nasıl çalınıyor sermayedarlar tarafından? 

Belediyeler, sosyal belediyecilik varsa insan odaklıdır. Ama sosyal belediyeciliği kaldırdığınız zaman orada böyle bir şey bulamazsınız. Tarikat ve cemaatlere mecbur bırakılmış bir toplum yarattığımız zaman yurttaşlar artık tebaa toplumu haline geliyorlar. Aynı kıskaç tarikat ve cemaatler yoluyla mültecileri de içerisine alıyor. Temel sorun bu. Yoksulları daha da yoksullaştıran, hak bilincinden uzaklaştıran bir sonuç yaratıyor. İkinci olarak da çalışma hayatında karşılaştığımız bir durum. Her zaman Türkiye burjuvazisi ve uluslararası sermaye, en pis, en tehlikeli, en ölümcül işlerde çalışabilecek bir emek gücüne ihtiyaç duyuyor.  

Göç ve Belediyeler

Ercüment Akdeniz

Tekin Yayınevi, 2024

Hangi sektörlerden bahsediyorsunuz? 

Taşımacılık, tarım, inşaat, ayakkabıcılık, saya sektörü, tekstil, hayvan besiciliği gibi sektörler... İş cinayetleri rakamlarında da orada göçmen ölümlerinin çok yükseldiğini görüyoruz. Bu açığı o güçle tamamlıyorlar. Daha tehlikeli bir şey var: TÜSİAD'ın TİSK'in raporlarında da bu işlendi, artık modern sanayide, organize sanayi bölgelerinde ve sanayi sitelerindeki büyük fabrikalarda da göçmenlerin ucuz ve güvencesiz olarak çalıştırılması gündemde. Savaşa ve göçe yol açanlar, insanların etinden, yağından, sütünden faydalanmak için muazzam bir emek sömürü sistemi kuruyorlar.  

Göçmenler homojen bir toplulukmuş gibi konuşuluyor. Ancak konut alım istatistiklerinde dikkat çekici bir noktaya değiniyorsunuz… 

Bu konu kitapta grafiklerle de yer alıyor. Türkiye'de gayrimenkul satın alımında Suriyeliler ilk 20’de yoklar. Daha çok Körfez-Arap ülkeleri, Orta Doğu, Rusya ve İngiltere'den sermaye gruplarını görüyoruz. Kuzey İskandinav ülkelerinden de görüyoruz. Bizim toplumumuzda Suriyeliler dediğiniz zaman her şey genelleşiyor. Sınıfsız, zümresiz bir toplum gibi. Bütün toplumlar gibi Suriyeliler de sınıflardan ve zümrelerden oluşuyor. Krallar, prensler, petrol zenginleri, finans baronları, uyuşturucu tacirleri, cihatçı örgütlenmeler vakıflar yoluyla muazzam para transferi yapıyorlar. Spekülasyon ve kâr artırımı yapmak için gayrimenkul alıyorlar. Bizim konut fiyatlarını fahiş hale getiren temel neden bu. Milyonlarca yoksul insan ise bodrum katlarda izbe ve metruk binalarda en kötü koşullarda yaşıyorlar. Onlar bu piyasayı belirleyebilecek güçte değil.  

RESLOG nedir? 

Rezilyans diye bir kavram var. Psikolojide de direnç kavramı olarak kullanılıyor. “Dirençli şehirler yaratmak” diye bir proje RESLOG… Üç tane kavram öne sürüyorlar: Kentler, şehirler ve belediyeler “yönetişim” halinde olacak. Sermaye grupları ve patron örgütleriyle kentin beraber yönetilmesi. İkincisi “sürdürülebilir” olacak. Şehrinizde çok yoksullar ve göçmenler olabilir. Ama dayanıklı olabilirsiniz. Sizde kalsın yeter. Biz size proje vereceğiz, fon vereceğiz diyorlar… Üçüncüsü kalkınma. Sihirli kavram o. Kalkınmadan kastı da şu: Elinde bu kadar göçmen varsa niye dert ediyorsun? Bunları ucuza çalıştır, kalkın ve sermaye biriktir… Bu; merkez kapitalist ülkelerin Türkiye gibi az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelere pompaladığı bir proje. RESLOG da bu projenin temel varyasyonlarından bir tanesi. İktidar partisinin ve muhalefet partilerinin belediyelerinin çoğu bu RESLOG’un içinde. Bu projeye karşı çıkan yok. Çünkü para geliyor. Çok tehlikeli bir proje.  

İktidarın “Antep modeli” nasıl bir model? 

Bu model acayip bir şey. Yani Cihannüma diye bir vakıf var ve bu vakıf dinci cemaat topluluklarından oluşan bir vakıf. Antep burjuvazisiyle ve bölge kentlerinin burjuvaziyle Suriye'nin içinde Azez bölgesi, Türkiye'nin içerisinde Antep ve çevresindeki bölgeyi içine alan bir serbest bölge yaratma amacı var. Temel amaç şu; burada patronların uyum halinde işçileri sömüreceği bir cennet yaratmak. Bu stratejiye karşı çıkmak gerekiyor.  

Sol-sosyalist muhalefet tüm bu meseleyle ilgili nasıl tutum almalı? 

Bu bir siyasi sorun. Düzen sorunu. Bu soruna değinmek lazım. “Toplumun hassasiyetleri var, aman bu meseleye karışmayalım” dediğiniz oranda saha aşırı sağcılara kalıyor. Onun da sonucunu geçen seçimlerde gördük, yüzde 5,2 oranında oy aldılar ve bunu hiç küçümsememek gerekiyor. Cüretkar olmak gerekiyor. Akılcı, rasyonel ve toplumu ikna eden, yerli ve mültecilerin ortaklığına dayanan bir çözüm üzerine yoğunlaşmak gerekiyor. Bu konuda gerçekten bir geri durma hali var. Merkez kapitalist ülkelerden başlayarak, küresel kapitalizmin göç politikalarını analiz etmeden anti-kapitalist bir göç programı koyamazsınız. Sadece mülteci seviciliğiyle bu iş olmaz. Dolayısıyla kapitalizme karşı mücadele verilecekse göçmen emekçileri de bünyesine alan bir mücadele programı oluşturmak gerekiyor. Birleşmiş kentler ve yerel yönetimler teşkilatı diye bir teşkilat kurdular. Bu teşkilat dünyanın bütün belediyeleri içerisinde öncü kapitalist ülkelerin belediyelerinin az gelişmiş ülkelerdeki belediyelere göçmen yükünü bindirdiği bir kapitalist stratejiden oluşuyor. Bunu görmeden ve uluslararası alanda belediyeler arasında da bir mücadeleci odak oluşturmadan siz bu meselenin üstesinden gelemezsiniz. Dolayısıyla acilen çalıştaylara, sempozyumlara, ortak akla ve karşı stratejiye ihtiyaç var.