Gönül sohbet ister kafe bahane

SEVİN OKYAY

Huu, dost! Kahvehaneye buyurun ki, muhabbet mekânıdır. Kahvehane deyince, akla neyin geldiği de adamına göre değişir. Romantik ruhlar için kahve, bir bahçeyle, hatta bazen denizle birleşir. Yeşillikler içinde, dal esintisi, gölge serinliği, su şıpırtısı refakatinde cennetlik bir mekândır kahve. Böyle kahveler sahiden de vardır, evvel eski olagelmiştir. Örneğin, Pierre Loti ile birlikte İstanbul kahveleri üzerine uzman kesilmiş Theophile Gautier’nin sevdiği Beşiktaş’taki kahve gibi. Deniz üstüne kurulmuştur, önünde bir sürü kayık vardır. Karadeniz rüzgârıyla serinler, geceleyin sularda ışıklar oynaşır. Gautier bir de Sarayburnu ile Yeni Camii arasındaki kahveyi sever. Mermer bir çeşmesi olan bu kahvenin çatısına kırlangıçlar yuva yapmıştır, bir içeri bir dışarı uçuşur dururlar.

O sıralar İstanbul’da çok kahve varmış, hâlâ var. Daha doğrusu, kahvehane her şehrimizde mevcuttur da, biz en çok İstanbul’dakileri biliriz. İstanbul, kahvelere aşinadır, maceralı bir ortak tarihleri olmuştur. Peçevi’ye göre, İstanbul’da ilk kahvehane, 1555 yılında açılmıştır. Der ki, o yıl İstanbul’a Halep’ten hâkim adında bir “herif”, Şam’dan da Şems adında bir ‘zârif’ gelmiş, Tahtakale’de birer büyük dükkân açıp ‘kahvefüruşluk’a başlamışlar. Halkın sefa ehli kesimi, ânında buraların kapısını aşındırmaya koyulmuş. Tavlaydı, satrançtı derken, gazeller namelenmiş, muhabbetler koyulmuş, sohbetler ikramlar birbirini kovalamış. Hatta, hayrettir, buralarda kitap okuyanlar bile varmış. Hem eğlenmeye, hem gönüllerini dinlemeye diyerek, akın akın gelmişler, kahveleri hıncahınç doldurmuşlar.

Gerçi önce bu durum iki yüzlü sofuları çileden çıkarmış ama, kavrulmuş kahveyi yasaklayan Şelhülislam fetvasına rağmen, halk aldırmamış, koltuk kahvesi adıyla çıkmaz sokaklarda açılan küçük dükkanlarda nefis köreltmiş. II. Sultan Murat çağından sonra da kahveler pıtrak gibi çoğalmış, yasak falan kâr etmemiş. Ta ki IV. Murat büyük İstanbul yangını nedeniyle kahveleri kapatana kadar. Yasağı dinlemeyenleri gözünü kırpmadan öldürten Sultan, çok geçmeden tütün yasağını da kahve yasağının yanına eklemiş. Gizli gizli tütün içerken yakalananları da üçer beşer sallandırmış. Ancak, tütün yasağının şiddeti, kahve yasağının es geçilmesine yol açmış, insanlar Yemen’den kantar kantar gelen kahvelerin iyice tiryakisi olmuş. Kendisi her bir şeye müptela olduğu halde başkalarına koklatmayan Padişah’ın saltanatı sona erince, I. İbrahim devrinde kahveler gene açılmış. Bir daha da, yeniçeri kahvelerinin yıkılması dönemi hariç, kimse İstanbul halkını kahve(hane)den ayıramamış.

Gençlerin, orta yaşlıların, emeklilerin ayırımsız gittiği, gruplara ayrışsalar, arada bir takışsalar da kendilerince paha biçilmez muhabbetler kotardığı, Türk erkeğinin ayrılmaz bir cüzüdür kahvehaneler. Öğrenci kahveleri hariç (oralara gerçek anlamda kahvehaneden çok, özel bir tür kafe denebilir) kahvehane muhabbeti, erkek muhabbetidir. Zaman zaman, cesur ve öncü ruhlu (ya da, kendini öyle sanan) kadınların da bu yıkılmaz kaleyi fethetme arzusuyla kahvelere daldıkları görülmüştür. Vaktiyle böyle öncü ruhlar, ancak yazlıkçılardan her türlü sapkınlığın beklendiği sayfiye semtlerinde tutunabilirdi. Aksi takdirde, ya bu kapalı erkek hisarını delme arzuları karşı tarafı bütün doğal tavırlarını geçici olarak terke zorladığı için bir süre sonra sıkılıp çıkar, ya da “azimle kahveye gelen her türlü muhalefeti deler” şiarı ve sebatıyla, kıyıdan köşeden tutunmayı başarır, ama gene de sulandırılmış tarafından (meselâ, küfürsüz) bir kahve muhabbetine tanık olurlardı.

Nedir ki, özellikle Ortaköy kıyısındaki kahve zincirinin ihdasıyla birlikte, kız kısmının kahvelerde yayılıp tavla, okey ve sair oyunları oynaması vukuat-ı adiyeden olagelmiştir. Ama bunlara da kahvehane demek caiz mi, bilemiyorum. Her şeyden önce, önlerinde tur yapan kalabalığın görüşüne ve seçimine nazır, açık mekânlardan söz ediyoruz. Daha çok yazın hayat bulan sahil kafeleri denebilir. Nispeten ucuz ve tavlalı, iskambilli, okeyli tarafından... Bunların hepsi, has kahvelerde de bulunur, ama oralarda bir kabile ruhu da vardır. Herkesin meşrebi, yeri bellidir, iş gidiş-dönüş saatlerindeki Boğaz vapurları gibi.

Edebiyata meraklı olanlar, yukarıdaki paragrafın “Nedir” girişini görünce, Salâh Birsel’i saygıyla hatırlamış olsa gerek. Doğrusu, Salâh Bey’in adı anılmadan da kahvehane yazısı yazılmaz. Gerçi İstanbul’un, yaşayan kimsenin birinci elden hatırlayamayacağı kadar eski kahvelerini Reşat Ekrem Koçu üstadımız da yazmıştır ama, Birsel’in ‘Kahveler Kitabı’, ki Salâh Bey Tarihi’nin de 1’inci kitabı olur, bu meselenin ruhunu yakalamış bir eserdir. Birsel, kitabına başlarken, “Bu bir kahveler kitabıdır” diyor. “Gelmiş, geçmiş bütün kahvelerin, edebiyat kahvelerinin, semai kahvelerinin, yeniçeri kahvelerinin, esrar kahvelerinin, tulumbacı kahvelerinin, çalgılı kahvelerin, karagöz ve meddah kahvelerinin, mahalle kahvelerinin öykülerini dile getirir.” Birsel’in ‘Kahveler Kitabı’, yazarın günün 24 saati soluk alıp soluk verdiğine inandığı kahvelerin gizli yaşamlarını dile getirir. Ne mutlu yazana, okuyana, vaktiyle gidip sefasını sürmüş olana.

Gene de gönlümüze en yakın düşenleri, yeşilli serinlikli fıskiyeli örnekler de dahil, edebiyatçı kahveleridir. İlk günlerde kahvelerde kitaplar okunduğunu, özellikle ‘okur-yazar makulesi’nden kişilerin buralarda toplandığını düşünürseniz, buna şaşmamak gerekir. Meyhaneler gibi, kahveler de sanatçı, hele hele edebiyatçı takımının gözbebeğidir. Birsel, “Kahveler, edebiyatçıların bir ikinci kişiliğidir” diyor. Ziya Paşa, Namık Kemal, Ahmet Rasim, Neyzen Tevfik, Abdülhak Hamit, Ahmet Hamdi, Yakup Kadri, Yahya Kemal, Ahmet Haşim gelir, oralardan feyz alır gider. Daha yenilerden Asaf Halet Çelebi, Sait Faik, Samim Kocagöz, Orhan Kemal, Behçet Necatigil, Rifıt Ilgaz, Orhan Veli, Cahit Sıtkı da. Ve daha, daha da yeniler... ‘Kahveler Kitabı’nı yazan, kendi deyişiyle bu “incelemeyle batağın batağına saplanan” Salâh Birsel ise, yirmi iki yılını (1940-1962 arası) bu kahvelere bağışlamış. Lafın kısası, edebiyatçılar, kahvelerden uzak duramaz. Kanun hükmünde bir şeydir bu. Gelirler, “ışık yakar ve gider”ler.

Hem, yalnız burada da değil. Sanatçı/edebiyatçı kahveleri, Avrupa’da da yaratıcılığın can damarlarından olmuştur. Salâh Bey, Paris’te de böyle kahve kuşları olduğunu söylüyor. Hatta, “Paris gırtlağına değin edebiyat kahvelerine batmıştır. Her kuşağın da ayrı bir kahvesi olmuştur” diyor. Paris’te, Viyana’da, Berlin’de... İstanbul’daki kahveleri kötüleyenlere dolu dizgin katılan ev kuşu Mehmet Akif de Berlin’deki kahveleri görünce pek şaşırır. “Bu kahve… Öyle mi? Lakin hakikaten hayret!” der. Hayret ki ne hayret! Şimdi o kahvelerin kardeşleri burada da köşeleri kapmış durumda. Ama onlara “kahvehane” denmiyor. Onlar “café” de değil, “kafe”. Muhabbetleri de iyidir ama kimse kendini kandırmasın, kahvehane muhabbetiyle aşık atamaz. Siz gene kahvehaneye buyurun, çünkü hakiki muhabbet mekânıdır.