Öldükten sonra kıymeti bilinen yazarlardan olan Berlin’in öykülerinde, yaşama uğraşında ve kendi ayakları üzerinde duran, her işe koşan ve sonra görünmez hale gelen kadınlarla yüzleşiyoruz çoğunlukla.

Görünmez hale gelen kadınlar

Ali BULUNMAZ

Lucia Berlin, yaşarken öykücülükte belli bir eşiğin üzerinde kabul edilmesine rağmen, öldükten sonra kıymeti bilinmiş bir yazardı. ABD’nin en iyi öykücüleri arasında adı anıldığında artık hayatta değildi.

Yazarın öykülerindeki karakterler, hayatın akışını sağlayan, günlük yaşamı hâl yoluna koyan ve bu arada ayakta durmaya uğraşan, başkalarıyla ilişki kurarken hem kendi iç dünyasında gelgitleri bulunan hem de etrafında olup bitenleri anlamaya çalışan kişiler. Berlin, kurmacayı hayatla birleştirerek ve abartılı ya da üstün kahramanlar yaratmayarak okur kitlesini genişletmişti.


‘Temizlikçi Kadınlar İçin El Kitabı’ başlıklı öykü seçkisinde de hemen her yerde karşılaşılabilecek karakterlerin yaşamlarından kesitler sunuyor Berlin. Behçet Aysan’ın ‘Sesler ve Küller’ şiirindeki insanlara benziyor onlar. Ne diyordu Aysan:

“İner şafağın alacasında/ karıncalar ordusu/ şehre/ kenar mahallelerden/ yürüyerek/ ve trenlerle…”

Berlin’in öykülerinde, kentlerin hemen her noktasında yaşama uğraşında ve kendi ayakları üzerinde duran, her işe koşan ve bir çırpıda unutulan; ‘şafağın alacasında şehre inen’ ve sonra görünmez hale gelen kadınlarla yüzleşiyoruz çoğunlukla.

‘BÜTÜN ACILAR GERÇEKTİR’

Berlin, öykülerinde bir insanlık anlatısı kuruyor; kendisi olmaya çabalarken zayıflıklarının ve gücünün farkına varan, hemen her durumda benliğini ortaya koyan ve hakikatlerin ayırdındaki kişiler çıkıyor karşımıza. Onlar içinde kadınlar birkaç adım önde.

ABD’nin kurulduğu toprakların gerçek sahiplerinin hor görülmüşlüğünü, âdeta ikinci sınıf vatandaş hâline getirilişini öyküleştiriyor Berlin. Yalnızca bu değil; 1900’lerde nefessiz bırakılan siyahilere dair şimdilerde üstü örtülen genellemeler ve önyargılara ilişkin ironik yaklaşımlar da yerini alıyor öykülerde.
Berlin, hatıraları ve bugünü, bir vakitler fitili ateşlenmiş nefretlerin ve aile içi kavgaların harlanıp tortulaştığı zorlu zamanları da getiriyor okurun önüne. Otoriteye karşı geldiği için dışlananlar da gelemediği için kendisini sorgulayanlar da var metinlerde. Yanında çalıştığı insanların ‘her şeyini bilen’ ve ‘fakirlerin ömrü beklemekle geçer’ diyen temizlikçi kadınlar da…

Berlin, var oluşun ağırlığını taşıyan ve sefilliğine rağmen bir şekilde yaşamaya çabalayan, kâh öfkelenen kâh kendisiyle ve etrafıyla dalga geçen, bundan başka bir şeçeneği bulunmadığına inanan karakterler kurguluyor. Mizahı ve hüznü bir araya getirip okuru, hikâyedeki ortama sürükleyen Berlin, “çoğu yazar kendi hayatından malzemeler, mekânlar kullanır” dedirttiği bir anlatıcı aracılığıyla öykülerine dair ipuçları verip bir yandan Çehov’a, diğer yandan Carver’a göz kırpıyor. Bu sırada, eşini kumar masasında kaptırdığı paralar yüzünden öldürenler ve bağımlılık tedavisi seanslarını ti’ye alanlar çıkıyor karşımıza. Hayatın mizahı ve acı yüzü arasına ince bir çizgi çekiyor Berlin. “Bütün acılar gerçektir” ya da “hayat dediğin tehlike doludur” ve “İsa beni seviyor biliyorum çünkü İncil öyle diyor” cümleleri, bu sınırın saydamlığına ve geçirgenliğine bir atıf olarak karşımızda duruyor.

‘YALNIZLIK BİR ANGLOSAKSON KAVRAMI’

Berlin; Montana’da, New York’ta, Alaska’da, California’da, Texas’ta, Meksika’da ve daha başka pek çok yerde, bir kazan gibi kaynayan aile ortamlarının içine atıyor kimi zaman okuru, bazen de ufak bir olayın kişilerin hayatında nasıl büyük bir yer kapladığını ve yaşamının yönünü değiştirdiğini anlatıyor. Tüm bu anlarda Berlin’in yazarlığının alametifarikası mizah, ironi ve gerçekçilik hayli yoğun biçimde hissediliyor.

Bir hemşirenin kayıtsızlığının aslında, hastalıklarla ve hastalarla baş etme yöntemi olduğunu ya da yaşlanmakla nasıl dalga geçilebileceğini anlatanlar, Berlin’in ironik ve gerçekçi edebî söyleminin bir yansıması. Öte yandan, anlatıcıların büyük lafların ve iddialı cümlelerin ardına sığınmayıp herhangi bir kahramanlık peşinde koşmaması, onları sıradanlaştırıyor. Bu da Berlin’in başarılı öykücülüğünün göstergesi. Diğer bir ifadeyle yalınlığın ne kadar güç kotarılabileceğinin kanıtı.

Kurmacayı, gözlemleri ve deneyimleriyle birleştirmesi ise yazarın yalın anlatımını güçlendiriyor. ‘Ağlamak Aptallık’ öyküsündeki şu cümle buna güzel bir örnek: “Yalnızlık bir Anglosakson kavramı. Mexico City’de sizden başka kimsenin olmadığı bir otobüse biri binerse o kişi yanımıza oturmakla kalmaz, bir de size sarılır.”

Berlin’in yalın anlatımına ‘Yas’ öyküsünden de bir örnek verilebilir pekâlâ: “Evleri, onların bana anlattığı şeyleri severim, evlere temizliğe gitmeye aldırmayışımın bir nedeni de bu. Benim için kitap okumaktan farksız.”

Merhameti yüzünden adım atamayan ve merhametsizlikle yol alanlar, aşkı bir tapınma biçimi gibi gören ve aşktan bir düşman gibi bahsedenler de bu yalınlık kervanına, saf acıyı tadanlar olarak katılıyor. ‘Dur Bir Dakika’ öyküsünde böyle bir acının anlatımına rastlıyoruz: “Biri ölünce zaman durur. Tabii onlar için durur, en azından bildiğimiz kadarıyla, oysa ölenin yasını tutanlar nezdinde ipini koparmış bir deli gibi doludizgin koşturur zaman. Ölüm daima erken gelir. Gelgitleri, günlerin uzayıp kısalmasını, ayın evrelerini umursamaz.

Takvimi yırtıp paramparça eder. Masanızın başında, metroda ya da çocuklar için yemek hazırlama telaşında değilsinizdir (...) Çocukluk odanızda, çalışma masanızın üstündeki dünya küresiyle baş başa oturmuş boşluğa bakıyorsunuzdur (...) İşin kötüsü, hayatınızın sıradan düzenine geri döndüğünüzde bütün o alışıldık işler, günün ilerleyişinin imleri budalaca yalanlar olarak görünür gözünüze. Her şey zan altındadır, bizi pışpışlayarak uyutup zamanın dingin ve insafsız sürekliliğine yeniden salmayı amaçlayan bir kandırmacadır.”

‘Temizlikçi Kadınlar İçin El Kitabı’; ömrü farklı şehirlerde, çeşitli işlerde çalışarak ve mücadele edip yazarak geçmiş, buralardan öyküler türetmiş Berlin’i tanımayanlar için bir başlangıç, ona aşina olanlar içinse hoş bir sürpriz. Oradan oraya savrulan, acılar yaşayan, durmaksızın çalışan, kendisiyle ve etrafıyla dalga geçen, pek çok şeyi sineye çeken, isyan eden, öfkelenen ve hüzünlenen karakterlerin yer aldığı öyküler, hem Berlin’in yaşamına dair ipuçları veriyor hem de yazarın gözlemciliğini ve kaleminin gücünü yansıtıyor.