Görünmezleşen Türkiye’de kültürel hegemonya savaşı ve referandum

DUYGU KARATAŞ

Bu pazar, Türkiye parlamenter demokrasi yerine konulması planlanan alaturkadan ziyade, 90’ların Arap ülkelerine benzeyen, arabesk bir başkanlık sistemini, aslında hadi dilimiz varsın da söyleyelim, halkın bizzat kendisi bizzat kendi iradesini, özgürlüğünü ve haklarını bir adama devredip devretmemeyi oylayacak!

Geçen yıl, televizyon kanallarında Doğu illerinde yapılan operasyonların yüzeysel ve taraflı şekilde haberleştirilmesine tepki göstermek için Beyaz Show’un sansürünü zekice asarak “Çocuklar ölmesin” çağrısı yapan Ayşe Öğretmen’in sivil itaatsizliği üzerinden, iktidarın uzun süredir kendi hegemonyasını kurmak için muhalif kesimi ekranlarda nasıl görünmez hale getirdiğini Bianet’te yazmıştım. O zaman hepimizin aslında hissedip, kimimizin kabul etmek istemediği şu tespitte bulunmuştum: “Görünmezleşiyoruz.”

Yazının üzerinden geçen bir yılda medyada neler oldu? KHK’lar ile geçen yıl çok düşük bütçelerle zar zor yayın hayatına devam eden muhalif kanallar gerekçesiz bir şekilde kapatıldı. Kurumsallaşmış ana akim medya sistematik şekilde yalan haber üretimine ve bu haberlerin mehter marşı gibi ögelerle soslanarak tamamen kutuplaştırıcı dil üzerinden sunumuna devam etti. Eğer sonuçlarını göze alabiliyorsanız, gerçekleri söyleyebildiğiniz tek mecra olan sosyal medyaya sıkıştırılan muhalif sesler haber bültenlerinde yer almak şöyle dursun, yoğun propagandayla açık açık şeytanlaştırıldı. Ayşe öğretmene ne mi oldu? Olayın hemen ardından hakkında soruşturma açılan Öğretmen Ayşe Çelik hakkında “örgüt propagandası” iddiasıyla 7 buçuk yıla kadar hapis cezası istendi.

Referandum sürecinde de nasıl görmezlikten gelindiğimizi, Demokrasi İçin Birlik‘in 17 ulusal kanalın yayınlarını incelediği çalışması açıkça ortaya koydu. Çalışma, mart ayında HDP'ye canlı programlarda hiç yer verilmezken, haber bültenlerinde en çok sürenin ise açık ara AKP'ye ve Cumhurbaşkanına ayrıldığını gösterdi. Bu hafta ise, seçme gazetecilerin karşısına farklı zamanlarda çıkarılan siyasi liderlere sorular yöneltilen programları izledik. Sadece ekranlarda “HAYIR” olmadığını değil, EVETçilere muhalif tavır takınmak şurda dursun, akılcı sorular sormaya cesaret edebilecek gerçek bir gazeteci bile kalmadığını görmüş olduk.

Gazeteciliklerinden taviz vermedikleri için gerçek gazeteciler işsizlikle ya da hapisle etkisizleştirilirken, boş kalan yerlerini, görevleri iktidarı ne pahasına olursa olsun savunmak olan profesyonel açıdan yetersiz bile denemeyecek düzeyde medya çalışanları aldı. O yüzden iktidara karşı olan kesimi hiç çekinmeden şeytanlaştırarak, sürekli suçlayarak, tehdit ederek, hedef gösteriyorlar. Tüm gazetecilik ilkelerini ve etik kuralları çiğneyerek bir show programı formatında haber sunuyorlar. Gökten zembille inen ve belki hayatlarında hayal bile edemeyecekleri mevkilerinin sebebinin öyle farkındalar ki, bunları kaybetmemek için memleketin yarısını terörist olmakla suçlamaktan imtina etmeyecek kadar cüretkârlaşabiliyorlar.

Diğer yandan, iktidarın her alandaki rant kavgası ve politik kıyımı arttıkça, “kişisel olan her şey politiktir” önermesini doğrular şekilde memlekette yeni mücadele alanları açılıyor. Bu nedenle, medya patronları ve yapımcıların işi o kadar zor ki, o alanlara nüfuz etmeden, değinmeden program formatları bulmaya çalışırlarken, tam çözümü iktidar ağlarından programcı bulmakta görüyorlar. Mümkün değilse “geçici bir sure için” suya sabuna dokunmayacak ve muhalif politik mesajları kabiliyetle savuşturacak programcılar ekranlarda yer bulabiliyor. İktidarın kimliğini ya da mazisini sevmediği ve onaylamadığı programcılar da, kültürel hegemonya inşasında AKP ilerledikçe, ne kadar iktidarı üzmemeye çalışsa da artık nafile, raf ömürlerini tamamladılar. Bu kıyıma karşı tavır almak yerine hala ekmeğime bakarım tayfası özür bile dilese de omurgasızlar çöplüğüne gönderilmek üzere olduklarını anlamamaktalar.

Özel kanallarda prime timeda yeni dönem dizileri önceki yıllardan gerek kurgusal gerek oyunculuk olarak kalitede büyük farklılıklar gösteriyor. Özellikle devlet kanalında, tarihi yeniden iktidarın dilinde yazan bugünle ilişki kurmaya çalışan kahramanlık hikayelerine yatırım yapılırken, oldukça mağrur şekilde ne kadar fedakârlık yapsa da ödül bile verseler bazı medya gruplarına ya da kişilere nefret saldırıları üzerinden prim yapılıyor. Türkiye’de artık önemli bir kesim ne haber almak ne de bir program takip etmek için televizyon izlemiyor, çünkü kimliğini, görüşlerini, gerçekliğini artık ekranlarda bulamıyor. Ülkenin gündemine yapımcılar hızla ayak uydurmuş görünüyorlar, suya sabuna dokunmak istemeyenler Güney Kore’den ergen aşk dizileri uyarlarken, yeni Türkiye medyasında büyük oynamak isteyenler militer ve milliyetçi soslarla kurgulanmış yeni Türkiye için “mitler” oluşturmaya yönelik dizileri piyasaya sürüyor. Sanatsal olarak hiçbir öge içermeyen yeni popüler kültürün ürünleri ‘savaş’, ‘hoşgörüsüzlük’, ‘kabadayılık’ üzerine kurgulanarak, toplumsal kodlara işlenmeye çalışılıyor. ‘Kahraman-hain’ ve ‘iyi-kötü’ gibi keskin ikilikler yayılarak, insanların her şeyi ya siyah ya beyaz görmeleri ve renklerin tonlarını algılamaları önleniyor, böylece toplumun ülkenin gündemine bakışı istenilen şekilde pekiştiriliyor.

Prime time dışındaki programların genel formatı ise muhafazakârların kamusal alanları depolitize etmesi anlayışına uygun olarak bireyselleşme, güvensizlik ve rekabet kültürüne ondan daha da önemlisi “baskın bir nefret kültürüne” dayanıyor. Sıradan vatandaşların parasız olarak yapımcılara reyting ve para kazandırıp, Andy Warhol’un dediği gibi 15 dakika ünlü olmak için elinden geldiğince karşısındakine hakaret ettiği, hayattaki gerçeklikler yerine yaratılan formata uygun olarak tamamen mantığın dışında konular konusunda ahkam kesip duygusal gösterilerde bulunarak ilgi çekeceğini bildiği programlar öne çıkıyor.

Kimsenin kimseye sevgi ve güven duymadığı bir ortamda, uluslararası ilişkilerimizdeki gibi “herkes bana düşman” algısı kutuplaştırılmış topluma empoze ediliyor. İzleyici vatandaş, tüm gün kişisel ya da toplumsal gelişime hiçbir fayda sağlamayan konularda, anlaşılmaz biçimde birbirine bağırıp çağıran insanları izleyerek toplumsal sorunların yansıması olan bireysel sorunlarının duygusal hezeyanını boşaltıyor. Neye sinirlendiğini bilmeden bu programlarla zaman geçiren toplum, ekonomik ve sosyal sorunları hakkında gerçekle yüzleşmeyi ötelerken, sorunlarının nedenlerine inmek isteyen kesimi ise her şeyi politikaya alet etmekle suçluyor.

Daha kötüsü, vatandaş mantığa dayalı düşünme kabiliyetini, hoşgörüsünü ve otokontrolünü kaybediyor. Eskiden, histerik ve şiddet içeren davranışların toplumda kabul görmeyeceğini düşünen ve bu yüzden ağzına geleni söylemekten ziyade, duyarlı ve sakin kalmaya çalışmanın erdem olduğunu düşünen insanlar artık ekranlarda hezeyanın, öfkenin, bağırıp çağırmanın ve şiddetin prim yaptığını görerek, kendi davranış kodlarını da değiştiriyorlar. Evlilik hazırlıklarını bile paylaşırken birbirlerine hakaret nedeni bulabildiği; asla işbirliği, güven ve dayanışmaya yönelmeyen ve mantıktan ziyade “taraftarlık” üzerinden tartışan ve kamusal alandan kişisel alanlarına dönen bir topluma dönüş(türül) üyoruz.

İktidar, çok önem verdiği “Yeni Türkiye” diye tanımladığı kültürel hegemonya inşasına Gezi protestolarından sonra iktidarı kaybetme korkusuyla dört elle sarılarak hız verdi. Velilerin ve eğitimcilerin tepkilerine rağmen, İmam Hatip okullarının ve öğrenci sayılarının hızlı artışı ve müfredatın dini eğitime göre düzenlenmesi aslında AKP’nin hep bu hegemonya sevdası olduğunu gösteriyordu. Fakat AKP’nin ve tabanının bu hegemonyayı sağlamak için hiçbir zaman yeterli kültürel sermayesi ve tarihsel bir tabanı olmadığı gibi, bilimsel ve laik eğitimin yıllardır yarattığı Türkiye entelektüelleri ve yeni nesli bu hegemonya karşısında büyük bir engel oldu. Özellikle, Gezi’de dinamik, neşeli ve çok sesli bir kültürün açığa çıkması, muhafazakar popülizmde pragmatik şekilde bir araya gelmiş kitleyi ve varlığı bu kitlenin konsolidesine bağlı olan iktidarı tehdit etti. Bu yüzden, AKP benimsediği “kalkınma” politikasına uygun olarak, Türkiye’nin 90 yılda oluşturduğu kültürünü dönüştürmeye çalışırken, öncekini sorgusuz sualsiz yıkarak yerine kendi çıkarına olan bir planı koymaya çalışıyor. Daha önce dini motifleri benimseyen AKP, Doğu illerinde yapılan askeri ve siyasi operasyonlar ve 15 Temmuz’la birlikte, Cumhuriyet mitinglerinde ya da milli bayramlarda görmekten pek hazzetmediği Türk bayrağını da diğer kesimlerin elinden alarak tanklara, taksilere asarak kendi sembollerine ekliyor. Uzun suredir, Mustafa Kemal Atatürk, Gazi Mustafa Kemal denerek Osmanlı devletinde görev yapmış bir asker konumuna indirgenirken, devrimci kişiliği ve devrimleri görmezden geliniyor. Onun karşısına referandum sürecinde gördüğümüz gibi Padişah II. Abdülhamit konulmaya çalışılıyor. Sanki II. Abdülhamit bir kraldan farklı bir statüdeymiş ve demokrasiyle göreve gelmiş gibi, tarih bilinci zayıf, duygusal manipülasyona açık kesimlere Atatürk’ün de yer aldığı 31 Mart isyanını bir darbe olarak lanse ederek Türkiye tarihini kendi hegemonyasının kodlarına göre yeniden şekillendirmeye çalışıyor. Ana akım medyanın yoğun propagandasının yansıra, sosyal medyada troller, AKP’nin öncü kuvvetleri olarak, siyasilerinin henüz söylemeye cesaret edemedikleri söylemleri ve politik fikirleri dile getiriyorlar. Diğer muhalif kesimler arasında hiçbir ayırım yapmaksızın, koşullara göre milliyetçilik ve İslamcılık ekseninde dozları değiştirilen, benzer söylemlerle saldırarak yıldırmaya çalışıyorlar. Aslında bu yeniden yazdıkları tarihi ve fikirleri gençlerin daha çok kullandığı mecrada görünür hale getirerek, bir sonraki dönüştürme alanını açmış oluyorlar.

Türkiye’yi tamamen dönüştürmelerini sağlayacak, kültürel hegemonyayı da önceki sanat ve kültürü tehdit olarak gördükleri için, öyle yanlış ve tehlikeli söylemler üzerine inşa etmeye çalışıyorlar ki, şunu söyleyebilirim: Kültür gibi çok uzun sürede oluşabilen bir yapıya, inşaat yapısı olarak muamele edilirse, böyle bir değersizlikler ve etiksizlikler sistemsizliği, sadece kurtulmak istedikleri 50%’yi değil, tüm ülkeyi uçuruma sürükler.

Aylardır, politik düzlemde bu anayasal değişikliğin demokratik olup olmadığı tartışılırken, insanların korkmadan kamusal alanda yolda, sokakta, sosyal medyada hatta telefonda istediği dilde istediği fikri konuşamadığı; ya fişlenirsem hakkımda dava açılırsa diye korktuğu, gerek siyasetçiler gerek vatandaşlar tarafından “terörist” kavramının kolayca sarf edildiği, hiçbir rasyonel tartışmanın sürdürülemediği ve anında iletişimin kesildiği, politikacıların programlarda yan yana gelip konuşamadığı bir memlekette demokrasi kaldığını söyleyebilir miyiz?

Bir kesimin diğer kesime ne söylerse söylesin, ne yaparsa yapsın cezalandırılmayacağı fakat muhaliflere saldırmak üzerinden sadakatini kanıtlayabildiği bu nefret ortamında şu an iktidarın yanında olanların bile herhangi bir güvencesi olamaz.

Artık “Yeni Türkiye’nin ötekileri” olduğumuzu biliyoruz. Ne yazık ki ayrıştırıcı söylem iktidarı destekleyen kesimlerde karşılığını buldu, onlar da bunun farkında ve koskoca bir çoğunluğu etkisiz görerek istenmeyen ikinci sınıf vatandaş olarak görüyorlar. Kimse ötekileşmek istemez, fakat ötekileştirildiğini hisseder. Öyle ki ötekileştirilmeye çalışılan sayıca toplumun yarısından çoğunu oluşturuyor. 15 yeldir inşa edilmeye çalışılan kültürel hegemonyaya ve politik baskıya rağmen güzel memleketimizin yarısından çoğu halen kültürüyle de sanatıyla da direnmeye devam ediyor.

“Yeni Türkiye’nin ötekileri” olarak politik düzlemde HAYIR cevabı çıkarmak önemli. Ama daha da önemli olan her kesimin birbirini anlayarak dayanışması ve demokratik kültürümüz için “bir HAYIR’dan çok HAYIR” çıkarmamız.

Biz bu memleketin ağaçlarına kıyamayan, memleket sevdasını sadece türkülerde bırakmamış, gerekirse nehirlerinin kurumasına izin vermemek için her turlu kotu muameleyi göze alacak kadar memleketini seven, cesur insanlarıyız. “Bir Ağaç Gibi Tek ve Hür ve Bir Orman Gibi Kardeşçesine” yaşamak isteyen karanlığı aşabilecek bu memleketin aydınlık ötekileriyiz.

Kerem Altıparmak Hoca’nın en güzel şekilde ifade ettiği gibi, "Dünyanın en adaletsiz seçim kampanyası bile bu toplumun yarısını ikna edememişken umutlu olmayacağız da, ne zaman olacağız?"