Sabahları ben işhanına girerken, o, iki buçuk metrekarelik bölmesinden fırlar ve gündemle ilgili en az bir soru sorar

Güvendeyiz, ne eksik ne fazla...

MURAT MÜFETTİŞOĞLU

K
Sabahları ben işhanına girerken, o, iki buçuk metrekarelik bölmesinden fırlar ve gündemle ilgili en az bir soru sorar. Futbol sorar, siyaset sorar; bazen bir makale, bazen bir kitap hakkında sorar. Çoğu zaman aklına bir fikir gelir, ‘sen ne diyorsun?’ diye sorar. Bilgim ve takibim dahilindeyse soruları karşılık vermeye çalışırım. Dostane bir pas atmıştır, peşinden kendi fikri gelir. Bense toparlak yüzü ve Amasyalı şivesinden ötürü her defasında ayrı keyif alırım. Bir mesai sabahı iki insanın iki dakikalık iyi sohbetinden daha iyi nasıl başlayabilir ki...
Gene sordu; söyledim bir şeyler. Muhabbet bitince, ‘hadi kolay gelsin’ deyip asansöre yöneldim; sıranın en arkasına geçip beklemeye başladım. Bana bakıyor, bakarken imalı imalı gülümsüyordu. “Sırtındaki o yeşil parkadan ben de giydiydim” diye seslendi... İmalı imalı gülümsedim.
Aynı gün öğleden sonra, binanın güvenlik görevlisi K, ofisteki masama kadar geldi. Elinde nar gibi kızarmış bir simit vardı, çekmecemde de üçgen peynir.   
“Köroğlu Dağları’ nın odunuyla pişmiş şu simidi size takdim ediyorum!”
“Abi yapma böyle, hep sen ısmarlıyorsun ama,”
“Ay sonu itibarıyla işten ayrılıyorum,”
“Anlamadım,”
“Çıkarıldım,”
“Şaka yapıyorsun,”
“Şaka değil... Neyse, hayat devam ediyor... sadece buradaki muhabbetimiz bitti,”
“…”
“Sen kitap yazmak için işten ayrıldıydın ya... Hani, aylar sonra Kadıköy’ de karşılaştıydık, yanında yenge de vardı... Güneş görmüş gibi olduydum.”
Kırk dokuz yaşındadır, kedileri ve rakıyı sever.

E
K, arkasında ılık bir boşluk bırakarak gitti. Yerine gelen görevliye haftalarca “düşman” gibi baktığımı hatırlıyorum, hatta hiç bakmadığımı. Bazen bir günaydını bile esirgediğim oluyordu. Yanlış, ama öyle... İş ilişkilerindeki günlük tekrarların iyi bir tarafı var. İmajlar zamanla kişiliklerin önüne geçiyor. Hangi oyuncuyla rolünüz neyse onu oynuyorsunuz: “Günaydın/İyi akşamlar, kolay gelsin/görüşürüz, gönder/al, kopyala/yapıştır... ” Dönmekte olan bir araba lastiğinin kabak olup olmadığının anlaşılamaması gibi. Diyeceğim, iş yaşamında herkese her koşulda alışılıyor, istisnalar hariç. Uzun lafın kısası, yeni güvenlik görevlisine alışmıştım. Daha doğrusu, biraz benden biraz tekrarlardan kaynaklanan sebeplerle siyah bir üniformaya indirgemeyi başarmıştım. Çünkü K, içimde bir yaraydı hâlâ...
Bir sabah, yeni güvenlik görevlimiz E’nin arada şirketin önünden geçen eskicinin arabasında eşelendiğini gördüm. Yanlarına geldiğimde bulduğu şeyi keyifle bana gösterdi. Kirden tozdan ismi bile doğru düzgün okunmayan bir kitap. Alıp kapağına baktım. Yanlış hatırlamıyorsam Talat Halman’ın ‘Eski Mısır Şiiri’ adlı çalışmasıydı.    
 “Ne yapacaksın bunu?”
“Okuyacağım abi”
“Okuyacak mısın?!”
“Evet abi... Sıfır kitaplar çok pahalı.”
“Sahaflara gitsene, seveceğin şeyler bulursun,”
“Haftanın altı günü sabah yedi akşam yedi buradayım. Sadece çarşamba tatil, onu da çoluk çocuğa ayırıyorum,”
“Anladım... Hadi kolay gelsin.”
 Ertesi sabah Sabahattin Ali’nin gıcır gıcır bir kitabını gittim masasına bıraktım. Birkaç günde bitirdi. Derken başka kitaplar verdim. Onları da bitirdi...  
 Bir pazartesi sabahı akşamdan kalmanın ağırlığıyla işhanına girdim, gözüm kimseyi görmüyordu. E’nin, iki buçuk metrekarelik bölmesinde bir şeyler çiziktirdiğini fark edince yanaşıp ‘günaydın’ dedim... Yıllar önce bir dostum, ‘hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı değildir!’ demişti... Kağıttaki figürler, sanatçı olamamış, daha doğrusu, böyle bir seçeneğin yanından bile geçme şansı olmamış bir yitik sanatçıya aitti...                
 
V
İş hanındaki şirketlerden biri, kendi güvenliğini kendisi sağlamak maksadıyla ikinci bir görevliyi E’nin bölmesinin karşısındaki minik bölmeye oturttu. (Ah sevgili Einstein, öldün ama zihinlerimizde yaşamaya devam ediyorsun. Bir atomu parçalamayı hiç denemedim, lakin önyargılarımı düşününce, atomu ortasından kolayca bölünüverecek bir somun ekmek gibi algılıyorum. Ayrıca, aklın koyduğu mesafeden korkmayacaksın. Aynı akıl yeri geldiğinde mesafeyi kaldırmasını da bilir. Daha başka, daha derin şeylerin koyduğu mesafeden korkacaksın.)
E’nin çizim yeteneği ve insani güzelliği bir yana, ona her şeyinizi gönül rahatlığıyla emanet edebilirsiniz. İkinci güvenlik görevlisi de neyin nesiydi!
 Beklenen mesafe araya girmekte gecikmedi. Yeni görevliyi düşman gibi görmesem de pek sıcak baktığım da söylenemezdi. Derken, iş yaşamındaki malum tekrarlar sayesinde ona da alıştım... Takip eden günlerden bir gün hem marketten meyve almak hem de kafamı dağıtmak için aşağıya indim. Asansörden çıkar çıkmaz E’ye baktım, yerinde değildi. Yeni güvenlikçi bölmesinde kitap okuyordu. Ses etmedim... Market dönüşü aldığım elmalardan birini gidip masasına bıraktım. Gülümseyerek gerisin geri uzattı.     
 “Sağolun ben öyle yemeğinde meyve yedim, E’ye verin”
“Sonra yersin. Hem E yok,”
“Tuvalete gittiydi, bakın geliyor,”
“Olsun al, ona da veririm,”
“Peki, sağ olun,”
“Ne okuyorsun?”
“Nietzsche. Böyle Buyurdu Zerdüşt”
“?!”
“İkinci kez okuyorum... Dayım 12 Eylül sonrası ülkeyi terk etti, giderken kitaplarının çoğunu bana bıraktıydı. Bu da onlardan biri.”
“Adın ne?”
“V”
• • •
K’den haber alamadım bir daha. E ve V işhanındaki en iyi arkadaşlarımdan ikisi. Ama en güzeli, üçünün de gerçek birer karakter olması. Ne eksik, ne fazla...