‘Şu Anda Burada Mıyız?’ romanı ile okurla buluşan Pınar Öğünç, “Bedenlerini bu dünyaya sığdıramayan, fiziken görünmezleşen insanların hikâyesi bu. Kabuklardan derine indiğimizde ne görünüyor, bunu anlama çabası” diyor.

Hayat artık bir  zorunlu hizmet

Sinem Gündem

“Şu Anda Burada Mıyız?” gazeteci Pınar Öğünç’ün ilk romanı. Kitabında ve yazılarında da sık sık gündeme getirdiği umutsuzluğu, görünmezliği, işsizliği, çalışmak zorunda kalınan işleri yani günümüzde yaşananları anlatıyor.

“Kapitalizmin “ileri” denen son sezonu, 2000’lerin başından beri gelir adaletsizliğinin daha da arttığı, güvencesizliğin, esnekliğin norm haline geldiği insafsız yıllar oldu” diyor yaşadığımız insafsızlığı anlatırken Pınar Öğünç. Kitabın gerçeküstü bir anlatımı var ama hikâyeler çok gerçek. Yaşadığımız görünmez buhranı, sıkışmışlığı tüm satırlarda hissetmek mümkün. “Şu Anda Burada Mıyız?” hayatsızlığımızın hikâyesi bir anlamda. Öğünç’le kitabını konuştuk.

“Şu Anda Burada Mıyız?” ilk romanınız. Öyküden romana geçmek nasıl bir yolculuktu?
Çekirdek 2020’de belirmişti. Her şeyin başladığı o masa sahnesini biliyordum, gerçeküstüne doğru kaygan o dili seziyordum, Cihan ve Suzan karakterleri hayalet gibi zihnimde dolanıyordu. Uzun bir öykü diye başladım. Birkaç ay sonra birden pandemi masamı sarstı, öyle bir anda kurmaca yazamayacağımı hissettim. Aslında o zaman çekirdek halindeki bu kitap kafa olarak beni çok hazırladığı için pandemiye hızla emek perspektifinden bakabildim ve bir yazı dizisine başladım. “Pandemi Zayiatı”nın kitaba dönüşmesi, araya giren işler derken isimsiz dosyamın başına tekrar oturduğumda 2020’den daha hazır hissettim kendimi. Karakterlerin hayatla temaslarından türeyen kolektif bir dil yaratabilmek üzerine düşünüyordum. Sonra bir roman iskeleti inşa edebilecek bir yol belirdi önümde, çok heyecanlandırdı bu beni. Bir metnin içinde uzun süre yaşamak çok iyi geldi sonra. Karakterlerin fiziksel özelliklerine dair pek detay yoktur, ben biliyorum da yazmadım değil, düşünmedim hiç. Şimdi sorunuzu cevaplarken fark ediyorum ki bu bedensiz, yüzlerini gözümde canlandıramadığım karakterlerle bir yıldan fazla yoldaşlık ettik, sevdim her birini. Gerçekte de bedenlerini bu dünyaya sığdıramayan, fiziken görünmezleşen insanların hikâyesi bu. Kabuklardan derine indiğimizde ne görünüyor, bunu anlama çabası. 
 
Toplum olarak içinde bulunduğumuz buhranı anlatan bir evren kurmuşsunuz kitapta, hiç kimse hayal ettiğini, istediği hayatı yaşamıyor, kitapta genleşen zamanın nedeni bu mu? 
Romanda bir gecede yaşananlar 12 ya da 389 ya da 1276 gecede de yaşanmış olabilir ve bunun farkında olmayabilirler ya da bunu önemsemezler. Kapitalizmin “ileri” denen son sezonu, 2000’lerin başından beri gelir adaletsizliğinin daha da arttığı, güvencesizliğin, esnekliğin norm haline geldiği insafsız yıllar oldu, oluyor. Bu sürecin bedenlerimizde olduğu kadar, hiç metafizik olmayan bir yerden konuşursak ruhumuza sinmiş izleriyle hayata devam ediyoruz. Yaşamın canlı ve cansız kısmıyla bağlarımız, benlik bilincimiz, hafızamız, gelecek tahayyülümüz, zaman algımız yontuluyor. Sadece yaş aldığımızdan değil, bir önceki yılla aynı insan değiliz, aynı kalamıyoruz. Şu da var, Z bir gecede roman yazamazdı, çünkü o da belli ki kültür aleminde güvencesiz bir işçi, zamanı o genleştirdi. Ancak bunu yaparak kendine alan açabilirdi, geleceğe dair emin olduğu tek şey dövmeleri olan, aşık olan, sevişen, kitap da okumak isteyen, mutlu da olmak isteyen ama bunların hepsine kayıtsızlaşan, koca günü bir açma, bir gofretle geçiren kuşakdaşlarının yoksulluğunu ve yoksunluklarını böyle anlatabilirdi. 

Karakterlerin hemen hepsi bu kitabın hitap ettiği okuyucular için de oldukça tanıdık hayatlar yaşıyorlar. Sizce günümüzün en büyük sorunu nedir? Kitapta da sıkça bahsedilen işsizlik mi?
İşsizlik kadar kısa dönemli işlerde çalışmanın bitap düşüren gelgitinden de usanmışlar. Bence temel sorun hiçbir şeyin değişmeyeceğine dair kemikleşmiş inanç, hayatın bir “zorunlu hizmet”e dönmesi. Acıklı olan bunun süresiz bir zorunlu hizmet olması. Bırakın heyecanı yarına dair tek bir anlam kırıntısı hissetmemek canlılık yasalarına ters. Ferda’nın kaktüsü, ondan daha canlı. Karakterlerin hepsi 20’lerinde, 30’larında, çünkü alternatifsizlik duygusunu onlar daha ağır yaşıyor. Daha genç olanlar başka türlüsünü bilmiyor zaten.

İşsizlik halinin iç sıkıntısı suyun eve sızdığı gibi bizim de zihnimize sızıyor. İşsizlik biraz da onur zedeleyici bir yerden yakalamış gibi sanki karakterleri... Ailesiyle yaşamak zorunda kalan Suzan mesela en çok üzüldüğüm kişi oldu. Çünkü hepimiz için artık ev sorunu yanı başımızda duruyor. Bu iç sıkıntısı baki mi? 
Suzan kendini özgür hissettiği küçük bir şehirden ailesinin yanına metropole dönmek zorunda kaldığında bir esaret yaşıyor; küskün, öfkeli ve çok aşık. Bütün bunlar insanın dilini keskinleştirir. Roman boyunca Suzan’ın mektuplarını okuduğumuz için onun derdi içe daha çok işliyor sanırım. Bütüne yayılan o kolektif dilde onun coğrafya okumasının, gezegenle ilişkisinin, şiir sevgisinin ve içli mektuplarının etkisi çok. Ve evet, ev, en maddi halinden en metafor haline kadar bu çağın temel meselelerinden.

Kitapta tek maaşla ev alabilen dedelerimizin hiçbir zaman ev alamayacak olan torunlarının hikâyesi bir ‘masa’ etrafında geçiyor. Masa neyi temsil ediyor?
Masa önce tesadüfi bir kesişme noktası, sonra bir mıknatıs, büyük cümleler kurmadan aidiyet, bağlılık ve yakınlık hissettikleri coğrafya, derken gezegenin merkezi... Masa tek başına bir karakter gibi.