Tarikat ve cemaat yapılarının bu ülkede kendilerine alan bulması, aydınlanma devriminin oturtulamadığı ülkede takipçi bulabilecekleri bir alanın hep olmasıyla açıklanabileceği gibi kendilerine yukarıdan alan açan oligarşik yapıların gücü çok daha büyük etkendir.

Hurafe ve rant bu ülkenin gerçeği değil, urudur

Vedat Türkali yazın hayatımı etkileyen büyük bir romancıdır. Mücadele azmiyle, duruşuyla örnek bir aydındır. İnsanın biriyle kurduğu bağ güçlü olunca, ona dair yaşadığı hayal kırıklığı da o denli güçlü oluyor. Türkali’nin Yalancı Tanıklar Kahvesi kitabı bundan 13 yıl önce bende benzer bir durum yaratmıştı. Belki bu nedenle, incineceğini de düşünemeden, o yıllarda genç bir edebiyatsever olarak sert bir eleştiri yazısı kaleme almıştım. Eleştirim daha çok romanın izleğini oluşturan din-sol ilişkisine dairdi. Bu yazı yine bu ekin bu sayılarında yer alınca, ses getirmişti. Vedat Türkali de birkaç gün sonra katıldığı bir Hikmet Kıvılcımlı anmasında “20’li yaşlarda çocuklar gazetelerinde bana komünizm dersi veriyor” demişti. O dönemde yaşım 26’ydı. Üzüldüğümü, kızdığımı hatırlarım. Şu anki duygum sevgi, özlem ve eleştirinin üslubuna dair biraz da pişmanlık içeriyor. Yine de dönüp baktığımda yazımın ana fikrini oluşturan dinselleşmeye dair fikirlerim değişmedi, değişmiyor.


Okuyanlar bilir. Yalancı Tanıklar Kahvesi romanında Türkiye’yi darbeye götüren o karanlık süreç işlenirken, Türkali din ve sol ilişkisini de arka planda kullanır. Roman boyunca sezdirilen şey, solun sosyalistlerin bu topraklarla bağ kurarken din olgusunu göz ardı ettiği, dinsel grupların bu toprakların gerçeği olduğu, aslında İslam dini içerisinde eşitlikçi-özgürlükçü kimi yorumların olduğu ve bu yorumların dikkate alınmadığıdır. Hatta kimi yerlerde, imana gelmiş solcular methiyeyle anlatılır, sosyalistlerin camide namaza durmaları üzerinden halkın değerleriyle bağ kurmak tartışılır. Maalesef bugün o “değerlerin” zorlamasıyla çocukların intihar ettiği bir ülkeden bahsediyoruz.

O gün romana dair şunları yazmışım: “Bu aslında muhafazakâr toplum yapısını genel geçer bir durum olarak kabul etme sanrısıyla alakalıdır. Hâlbuki muhafazakârlık da diğer ideolojiler gibi belli bir tarihsel ve toplumsal koşulun ürünüdür. Onu da üreten siyasi, ekonomik, toplumsal koşullar vardır. Dinler dünya tarihi boyunca çeşitli biçimlerde siyasallaşmışlardır ki bu siyasallaşmalarda da başat rolü egemenlerin tercihleri belirlemiştir. Dinci yaşam tarzını bu toprakların olmazsa olmazı kabul edip onunla uyumlu bir siyasi hat geliştirmek baştan yanlış bir tercihtir. Üstelik roman 1970-80 arası dönemi anlatmaktadır ve bu dönemde bahsettiğimiz tercihi yanlış kılan pek çok pratik vardır. O dönemde mahallelerde örgütlenme yaparken çarşaf giyen kadınları, muhafazakâr erkekleri peşinden sürükleyen hareketler, Ali Şeriati’yi, Sibai’yi mi anlatıyordu onlara acaba? Aynı dönemde halkın sorunlarına eğilen ve onları devrimci bir tarzda çözme gayreti içerisindeki solcuların dinli-dinsiz olduklarından çok ‘halkı için savaşan, iyi çocuklar’ oldukları düşünülüyordur olsa olsa.”

Bugün Enes kardeşimizin intiharı sonrasında yeniden tartışılan dini grupların muhalefette de “bu ülkenin gerçeği” olarak algılanması ve bu gerçeklik üzerinden politika yapılması, gerçekliği değiştirme, dönüştürme algısının kalmadığını, verili koşulların kabul edildiği anlamına geliyor. Nedir peki bu gerçeklik? Tarikat-cemaat ağlarının tüm tarihsel ve sosyolojik arka planını da düşünerek iki ana unsur üzerinden var olduğunu görüyoruz: Hurafe ve rant. Bu grupların başındakilerin kendi sektlerine dair ürettikleri bir söylence-mit ve kutsal alan, o söylence etrafında oluşan siyasi ve ekonomik bir çıkar ilişkisi… Sektin doğuşundan günümüze kadar gelişinde biriktirdiği efsane ve söylenceler, baştaki kişi ve kişilerde kutsal güçler olduğunu hissettirir ki bu hurafedir. Bir gerçekliğe dayanmayacağı için kulaktan kulağa yayılan/yaydırılan bu kutsallık miti, takipçilerinde korkuyu ve umudu besler. Grubun dışına çıktığında başına gelebilecekler, içinde olduğunda olabilecek dünyevi ve uhrevi kazançlar bir bağlılık yaratır. Üstelik dünyevi kazançlar (ekonomik, siyasi, sosyal ortam vb…) arttıkça ikili bir tatmin söz konusu olmaktadır. İç huzuru ile ekonomik huzur!

Tarikat ve cemaat yapılarının bu ülkede kendilerine alan bulması, aydınlanma devriminin oturtulamadığı ülkede takipçi bulabilecekleri bir alanın hep olmasıyla açıklanabileceği gibi kendilerine yukarıdan alan açan oligarşik yapıların gücü çok daha büyük etkendir. Tarikat ve cemaatler palazlanabilecekleri her ortamı denemeye Türkiye’de çok partili yaşamın ilk yıllarında başlamışlardır. CHP-Demokrat Parti yarışında önemli bir oy deposu olduğu görülen bu kesimler, siyasi partilerin “Türkiye halkının derin dini duygularından bahsetmesine” neden olmuştur. O dönemde açığa çıkan, popülist söyleminde dinsel öğeleri daha yoğun kullanan Demokrat Parti, tarikat ve cemaatlerin var olabileceği bir siyasi mekanizma olarak öne çıkar. 14 Mayıs 1950’de Said Nursi’nin Demokrat Parti (DP) iktidara gelince Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a şu telgrafı çektiği belirtilir: “Zatınızı tebrik ederiz. Cenab-ı Hak sizi İslamiyet vatan ve millet hizmetinde muvaffak eylesin. Nur talebelerinden ve onların namına Said Nursi.” Çok partili siyasi yaşama geçildikten sonra bu topluluklar kendilerini siyasi partileri destekleyerek ya da bizzat içine girerek de ifade etmeye başlar. Bu noktada Nurculuk, daha çok partileri dışarıdan destekleme, ekonomik olarak güçlenme gibi yollar seçerken Nakşibendiliğin kolları ise merkez sağ ya da İslamcı partiler içerisinde örgütlenmeyi hedefler. Örneğin bugün sıkça adı zikredilen, Nurcu olarak bilinen Yeni Asya çevresi DP-AP-DYP çizgisini destekler. Nur Cemaati’nin devamı sayılan ancak kimilerince başlı başına bir hareket olan Gülen Cemaati ise (bugünkü adıyla FETÖ) daha çok “devletin yanında, devlete itaat içinde” bir görüntü çizer, krizli anlarda (12 Eylül, 28 Şubat vs.) egemen sistemin yanında yer alır. Erbakan’ın Milli Görüş çizgisi, geleneksel tarikat-cemaat anlayışından biraz farklılaşarak İslamcılığın siyasi parti geleneğini başlatan akımdır. Nakşi kökenli Erbakan çizgisi, kendi içinden kopan AKP kurulana kadar siyasi İslam’daki tek “parti geleneği” olarak anılmaktadır.
1950’lerden sonra Türkiye’nin devlet yapısı Soğuk Savaş koşullarına göre düzenlenmiş, ülkede CIA eğitiminden geçmiş kontrgerilla güçleri yeni bir güvenlik çizgisini belirlemiştir. Emperyalizme bağımlılık ilişkileri içerisinde gelişme gösteren “büyük sermaye” ise bu gelişmelerin bizzat içerisinde yer alarak işçi sınıfının hak arayışlarının önüne geçilmesinde karanlık güçlerin kullanılmasını desteklemiştir. Burada iki unsurun önü açılır: ABD’ye koşulsuz bağlılık göstereceğini belli eden kimi dinci gruplar ve milliyetçi gruplar. Komünizmle Mücadele Dernekleri ile başlayan Müslüman Kardeşler seksiyonlarının ülkede palazlandırılması, Kanlı Pazar olaylarıyla ayyuka çıkacaktır. Yeşil Kuşak projesi diye de adlandırılan bu çaba, Ortadoğu’da uygulamaya konan ABD yanlısı dinci hareketlerin desteklenmesi ve bağımsızlıkçı kesimlere karşı kışkırtılması projesidir.

hurafe-ve-rant-bu-ulkenin-gercegi-degil-urudur-968561-1.
Nakşibendilerin Ankara Arena’da 2015 yılında düzenledikleri bir anmadan.



Örneğin Mısır’da Cemal Abdül Nasır rejiminin milliyetçi dış politikasının 1967 yılında İsrail’le yapılan 6 Gün Savaşı’nda hüsrana uğramasıyla ortaya çıkan hoşnutsuzluk, CIA destekli İslamcı muhalefetin gelişimine zemin hazırladı. ABD-İsrail destekli çalkantılar sadece Mısır’da değil, 1970’lere kadar milliyetçi iktidarların hüküm sürdüğü Suriye, Pakistan, Cezayir gibi ülkelerde de yaşandı. Örneğin Suriye’de askeri yönetim 1960’lı yıllar boyunca sanayiyi ve dış ticareti millileştirmişti. Sivil hizmetler sektörü de askerlerin eline geçmişti. Suriyeli din adamlarının Baas rejimi altında yaşadığı maddi sıkıntılar, onların Müslüman Kardeşlerle yakınlaşmasına vesile oldu. Bu kesimlerin halkla buluşmasında ortak özellik olarak ibadetin insanları bir araya getirme gücü ve dini merkezlerin yayılması görülüyor. Örneğin Cezayir’de 1978 yılından itibaren İslamcılığın geniş kitleler üzerinde etkinleştiği görülmektedir. Pek çok imam çeşitli vaazlarla toplumu İslamcılığa yönlendirebilmiştir. İslamcılar karşısında yenilgiyi kabul eden iktidar, daha fazla Kuran kursu, İslami kültür merkezi kurulmasını deklare etmiş, cuma günleri resmi TV kanalında İslami vaaz programları konulmuştur.

Türkiye’de aynı dönemde yükselmeye başlayan tarikat ve cemaatler, sola saldırı misyonunun MHP’li komandolarca çok daha aktif yürütülmesiyle gözden düşmüş gözükür. Ancak onlara da sıra 1980 sonrasında gelecektir. 12 Eylül, oligarşinin kendi büyüttüğü ve kimi zaman kontrolden çıkan komando güçlerini de içeri tıkıp “bir sağdan bir soldan asma” siyasetine geçince açığa çıkan boşluk, mutlak bağlılık içindeki tarikatlarla dolduruldu. Sözde kaçak olan Gülen’in askeriyeye girip çıkması, Özal ailesinin de Nakşi kökenli olduğunun vurgulanması, Anayasa Referandumu öncesinde darbecilerin tarikatlarla görüşüp destek alması ilk örneklerdir.

Hurafe ve çıkar üzerine kurulduğunu söylediğimiz bu yapıların ekonomik olarak hızla büyümesi 1983’te çıkarılan bir yasa ile başlar. 1983’te çıkarılan Kanun hükmünde kararname ile (16 Aralık 1983 gün ve 83/7506 K.H.K.) “Özel Finans Kurumları” kurulmasına imkân tanınır. Kenan Evren döneminin başbakanı Bülent Ulusu’nun hazırladığı ve Turgut Özal’ın ilk başbakanlık günlerinde kabul edip hayata geçirdiği bu yeni bankacılık/finansman anlayışının esas amacının, ekonomiye katılamayan mali değerleri yastık-altından çıkararak yabancı sermaye ile birlikte milli ekonominin emrine tahsis etmek olduğu belirtilmiştir. Yani bu kararın Arap sermayesinin ülkeye giriş yapabilmesi açısından alındığını söylemek de mümkündür.

Bu kararla Nurcu gruplar, Ağustos 1984’te Faysal Finans şirketinin kurulmasına yardımcı oldu. Başbakan Özal’ın kardeşi ve Nakşibendilerin ileri gelenlerinden Korkut Özal ile Nakşibendi Şeyhi Musa Topbaş’ın kardeşi Eymen Topbaş ise Al-Baraka Özel Finans Kurumu’nu kurdu. 1986’da İslam Kalkınma Bankası’nın “mükellef olduğu her türlü vergi, resim ve harçtan muaf” olmasına karar verildi. 1980 sonrasında başlayan neoliberal dönüşüm sonucunda sosyal devlet hizmetlerinin piyasalaştırılmasıyla eğitimde sağlıkta alan boşaltan devlet, tarikat cemaatlerin bu alanlara yığılmasına göz yumdu. Örneğin tarihsel olarak yurt ve Kuran kursu kurarak gelişen Süleymancılar bu çabalarını daha açık bir şekilde yapabildi. Fethullahçılar özel okul ve dershanelerde kendilerini var ettiler. Menzilciler sağlık alanında yaptıkları yatırımlarla öne çıktılar. Sosyal devletin gerilemesiyle “yardımlaşma, sadaka, fitre vs.” adı altında tarikat ve cemaat vakıf kurma yöntemi ile meşrulaştığını görüyoruz. Hemen her tarikat ve cemaat kendisini bir vakıfla adlandırıyor. Burada Diyanet’in ve kimi entelektüellerin “tarikatlar yer üstüne çıksın denetlensin” önerisine de bir parantez açalım. Akıl ve bilim dışı hurafeci tarikat ve cemaatlerin hangi kriterle denetleneceği önemli bir soru olmakla birlikte hali hazırda bu gruplar “vakıf” maskesiyle yer üstünde duruyor. Bu vakıfların denetlenmek bir yana oluk oluk paralarla İslamcı iktidar tarafından beslendiği görülüyor.

Bir tarikat-cemaat koalisyonu olarak yola çıkan AKP, hem topluma kök salma imkânı hem de oy tabanı olarak bu kesimlere “ne istedilerse verdi”. Bu dönemde hem devlet kademelerinde palazlanan tarikat-cemaat yapıları aynı zamanda rantı da büyüttü. AKP döneminde tarikat ve cemaatler İslamcı AKP’ye; devleti yönetmesi için yetişmiş kadro, oy desteği, kitle tabanı (kimi zaman vurucu güç), toplumsal rıza araçları (medya, eğitim kurumları vs) sundu. Karşılığında ise meşruiyet, devlette kadrolaşma ve rant aldı.

Bu toprakların gerçekliği diye yutturulan kesimin, yoksul halka hurafeler üzerinden (yalan bir tarih satma, cin çıkarma, sağlık verme, huzur verme vb…) ulaştığı, ancak elindeki ekonomik ve siyasi güçle, takipçilerini iş-güç sahibi yaparak gücünü dünyevi alanda da gösterdiği bir gerçek. Bunların ekonomik faaliyetlerini sınırlandıracak, sosyal alanda bu kesimleri meczup düzeyine indirecek, sosyal devlet sistemi ile rant ve torpil ilişkilerini sonlandıracak bir mücadele dışında seçenek yoktur. Çünkü bunlar temizlemezseniz bünyenizi ele geçirecek bir urdur.

Yalancı Tanıklar Kahvesi romanında bir kahramanın şöyle bir ifadesi var: “İsrail saldırılarına uğradık. Ölenler oldu içimizde. En yiğit, en gözü kara savaşanlar kimlerdi biliyor musun? Yan yana vuruştuğumuz, kelime-i şahadet getirip ölürken doğru cennete gideceğine inanan koyu Müslümanlar. Hani bizim burada tepeden bakıp alay ettiklerimiz…” Bu kahramanın sözleri romanda mahkûm edilmiş değil. Ben bu hayatın gerçek kahramanları olan devrimcilerin insanlara tepeden baktığını düşünmüyorum. Yiğitlik ve gözü karalık için 12 Mart’ta, 12 Eylül’de ser verip sır vermeyen nice delikanlıların siyah beyaz fotoğraflarındaki gözlerine de bakılabilir. Bağnaz kesimlerin baskıyla, dogmayla, hurafeyle, ekonomik güçle ezdiği çocukların çığlık çığlığa gözlerine de...

13 yıl sonra büyük usta Vedat Türkali’nin anısı ve mücadelesi önünde saygıyla eğiliyorum. Sadece bir romanını siyasi ya da edebi yönden eleştirmiş olmamız o kişinin değerinden bir şey kaybettirmez. Tüm yaşamına, ürettiklerine, durduğu noktaya bakılır. Üstelik benim eleştirimde de yanlış ve eksik kısımlar olacaktır. Keşke oturup tartışacak imkânımız olsaydı, olmadı. Onun 97 yıllık yaşamında örnek aldığım en önemli şey başka bir âlem için gösterdiği mücadele azmidir. Bugün de aynı azmi din üzerinden halkımızı aldatan ve çocuklarımızın canına kıyan karanlığa karşı göstermemiz gerekir çünkü “haramilerin gayrısına yaşamak yok.”