İklim krizi ile gıda krizinin iç içe geçtiği bir zaman dilimindeyiz. Aslında öteden beri buradayız fakat bugün itibarıyla gündelik hayatı bugüne dek olmadığı kadar net biçimde şekillendiriyor. Nitekim 1,5 senedir yaşadığımız pandemi de bu krizlerin en acı çıktısı olarak sürüyor. Ekosistemleri ve emekçileri sömüren üretim biçimleri, şirketlerin hakimiyetindeki endüstriyel gıda sistemi, türler üzerindeki sermaye tahakkümü sona ermezse; denizlerin, suyun, toprağın özelleştirilmesi, kirletilmesi sona ermezse veya buradan çıkış hamlesi yine ekolojik yıkımda temellenirse, bugünkü toplumsal ve iktisadi sorunların, açlığın ve yoksulluğun, köleleşmenin kitleselleşmesi de kaçınılmaz olacak.

***


Ekolojik tahribatların sonuçlarını daha sık konuşulur olmasını, diplomatik ilişkilerden ekonomik gidişata kadar bir dizi politik hamlede de belirleyici hale gelmesini bu yönde bir işaret olarak almalıyız. Tahribat yaşamsal bir hal aldıkça, aciliyeti ve siyasetteki ağırlığı da artıyor. Ağırlığı artıyor fakat gezegenin yok oluşa sürüklendiği gerçeği, özellikle de karar vericiler nezdinde politikalarda somutlanacak kadar ciddiye alınmıyor.

***

Bugün yaşadığımız güncel sorunlara bakalım örneğin. Yaz aylarında aşırı hava olayları olarak deneyimlediğimiz sel ve yangınların, kuraklığın ve susuzluğun, tüm dünyada yakın gelecekte kıtlığa varabilecek bir rekolte kaybına yol açtığını görüyoruz. Ülkeler çeşitli anlaşmalarla verdikleri taahhütleri yerine getirmek için, küresel sermaye akışlarının hız kesmeden sürmesi için çaba sarf ederken Türkiye gibi yerel gıda üretimi bilinçli bir şekilde zayıflatılmış, girdiden itibaren çokuluslu şirketlere bağımlı hale getirilmiş ülkelerde toplumun gıdaya erişimi güçleşiyor. Bu durumun sorumlusu iktidar ise çözüm üretmek şöyle dursun, marketlere işaret ederek sorumluluğu üstünden atmak için elinden geleni ardına koymuyor.

***

İktidarın iklim, gıda, ekoloji alanlarındaki sorunları çözmek için elle tutulur, anlamlı bir irade ortaya koyma niyeti ve olasılığı olmadığı gün gibi ortada. Cumhurbaşkanı’nın geçtiğimiz hafta BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşma ile Paris İklim Anlaşması’nı ekim ayında meclisin onayına sunacağını söylemesi de verilen zararı aklamaya yönelik bir jestten öteye geçemeyecek.

***

Açıklamanın altından Türkiye’nin, Fransa ve Almanya’nın Kalkınma Bakanlıklarından, İklim Değişikliği Finansmanı adı altında 3 milyar doları bulan bir kredi paketi teminatı alındığının ortaya çıkmasını da es geçmeyelim. Yeryüzüne verilen hangi zararı, hangi karar mekanizması ve ilkelerle, nasıl kapatacak bu kredi? Onaylayan ülkelere, bugün için gerçekliğini yitirdiği görünen bir hedef olan küresel sıcaklık artışını 1,5 derecede sınırlamaya yönelik tedbirler salık vermekle yetinen Paris İklim Anlaşması’na taraf olmanın kendisi bir gösteriye dönüştü. Fakat hiç bir gösteri 19 yıllık çevresel tahribatı, ekosistemlerin sömürüsüne dayanan sermaye hareketlerinin palazlanmasını gizlemeye ve aklamaya yetmez.

***

Hatta bırakın 19 yılı, anlaşma imzalanacak dedikten sonrası bile iddianın samimiyetini sorgulatıyor. Şırnak'ta onlarca alanın ÇED gerekli değil denilerek madenciliğe açılması, Assos Antik Liman üzerindeki kayaların ıslah edilmesi, yürütmeyi durdurma kararına rağmen Üsküdar Belediyesi’nin Validebağ Korusu’na girip önce moloz döküp sonra da çalışmaya girişmesi, Marmara Denizi’nin oksijenini tüketen müsilaj sorununun yeni bir pandemiye dönüşecek kadar hasır altı edilişi, tarihi Beykoz Çayırı’nın Millet Bahçesi’ne dönüştürülmesi girişimleri…

***

24 Eylül’de Pakistan’dan Arjantin’e, dünyanın birçok yerinde insanlar, genç iklim aktivistleri, çiftçiler iklim krizine karşı “sistemi köklemek” için sokaklara çıktılar; “IMF’ye karşı, çevreden yana” olmaya çağırdılar. “Yeşil kapitalizm bizi kurtarmayacak” dediler. Tüm olan bitenden hareketle yerelleştirerek ekleyelim: Bizi diplomatik jestler veya market baskınları değil, kamucu, adil, eşitlikçi, demokratik, ekolojik bağımsızlık kurtarabilir.