İktidarlar dinden nefret üretiyor

GÜLŞEN İŞERİ

Nefret, ırkçılık, milliyetçilik… Ve bunların sonucunda gelen katliamlar! Charlie Hebdo’ya yapılan saldırı ve 12 kişinin katledilmesi bize ırkçılığın nasıl bir boyuta taşındığını gösteriyor. Henüz çok yeni değil mi Hrant Dink’in sokak ortasında vurulması; çok daha yeni değil mi Sivas’ta 33 aydın, yazar, sanatçının diri diri yakılması… O kadar çok ki! Eski bir kavramdır nefret ama yeniden kuruldu masalarımıza, evimize kadar girdi. Medyada, iktidarın söyleminde, dönemin başbakanı Erdoğan’ın ayrımcı dilinde “biz ve onlar”a dönüştü. Bu söyleme maruz kalanlar kimi kez linçe uğradı, kimi kez taşlandı, kimi kez de göç ettirilmek zorunda bırakıldı; daha da ağırı öldürüldü! Bu bazen bir transtı, bazen bir Kürt, Alevi, Ermeni, Roman’dı… Bazen de bir siyahtı! Tüm bu yaşanılanlara maruz kalanlar, gazeteci Esra Açıkgöz ve akademisyen Hakan Alp’ın Nefret belgeselinde buluştu. Sonra bu belgesel “Biz de insanız yavrum ya” kitabında bir araya geldi. Anılarını, acılarını, kaybettiklerini bir bir anlattılar. Biz de Açıkgöz ve Alp’le bir araya geldik; nefretten ırkçılığa uzanan süreci, belgeseli ve kitabı konuştuk.

>> ‘Nefret’ belgeselden sonra bu kez kitaba dönüştü… “Biz de insanız yavrum ya” kitabının çıkış hikâyesi nasıl oldu?

Esra Açıkgöz: Farklı etnik, cinsel kimlikten, dinden olan ve nefret suçuna maruz kalmış insanlarla yaptığımız söyleşilerden oluşan “Nefret” belgeselini yaparken kitabını çıkarmak da hep aklımızdaydı. Çünkü 12 insanla saatler süren röportajlar yapmıştık ve uzatmak izleyicileri yoracağı için her şeyi bir saatlik bir belgesele sığdırmak zorunda kalmıştık. Kitap bir sözlü tarih çalışması; bizimle anılarını, acılarını, mücadelelerini paylaşan kişilerin dilinden olduğu gibi döktük her şeyi. Bu onlar için önemli, çünkü nefret suçları sadece kişiye yönelik değil, kişinin içinde bulunduğu kimliğe yönelik bir mesaj veriyor. Dışlanma ve onlara söylenen “biz”den değilsin mesajı nefret söylemine, suçuna maruz kalmış kişileri derin bir sessizliğe mahkûm ediyor, etmeye çalışıyor. Oysa dinlenmek istiyorlar, anlaşılmak da.

Hakan Alp: Nefret suçu mağdurlarının neler yaşadıklarını, nefret suçunun yaşamlarında yarattığı tahribatı ve mücadelelerini birinci ağızdan dinlemek istedik. Nefret suçu mağdurların yaşamında sıradan suçlardan çok daha büyük bir etki yaratıyor. Failler bu suçu işlerken mağdurun ait olduğu gruba mesaj yolluyor. “Senin burada bizimle yaşama hakkın yok! Ya sev ya terk et!”

>> ‘Nefret’e başlarken bu söylemi ters düz etmek mümkün mü?

H.A.: Devlet iktidarını korumak için fiziksel gücün yanında kültürel ve ideolojik aygıtlar da kullanır. Yani devleti sadece bir baskı aygıtına indirgemek eksik bir çözümleme olur. Çünkü devlet aynı zamanda ideolojik ve kültürel aygıtlar diye sıralayabileceğimiz okul, aile, din ve medyayla insan beynini henüz çok küçük yaşlardayken “terbiye” ediyor. Toplumsal öğretiler, kodlamalar, bu “terbiye”ler sonucu söylemleri ve davranışları belirlemeye başlıyor. Biz de insanlara küçüklükten beri farkında olmaksızın zihinlerinin derinliklerine işlenmiş söylemleri ne kadar düşüncesizce kullanabildiklerini ve bu eylemin sonucunun nelere mal olabileceğini anlatmak istedik. Nefret söyleminin, suça dönüşme süreci düşündüğümüz kadar zor değil. Dolayısıyla herkesin kendi vicdanında bir muhasebe yapması gerekiyor belki de...

>> Nefret söylemini uğramış pek çok insanın hikâyesi var… Tanıklıklar var. Her biri içindeki acıyı derinine gömüp anlatıyor. Siz bu süreçte ne hissettiniz?

E.A.: Her birinin karşısından büyük bir ağırlıkla kalktık, hatta zaman zaman öfkeyle. Oğlu askerdeyken öldürülen Sevag’ın anne babası Ani-Garbis Balıkçı’nın ya da saçını uzatıyor, lens takıyor diye çıkan bir tartışmanın sonucunda kalbinden bıçaklanan Aykut Alıcı’nın anne babası Ahmet-Songül Alıcı’nın giriştikleri adalet mücadelesi, her mecrada toplumsal vicdanlara seslenmek için yaptıklarını gördükçe güçlerine şaştık.

>> Nefret söylemi her zaman güncelliğini korudu. Bugün ırkçılık ve milliyetçilik şuursuzca yayılıyor. Yakın zamanda Charlie Hebdo dergisinde 12 kişinin katledilmesiyle gördük keza Türkiye’de 93’te din adına yapılan Sivas Katliamı… Katillerin savunulduğu bir süreçte nefreti nasıl alt edeceğiz?

E.A.: Ne yazık ki Türkiye’de “biz” kavramı hep ötekiler üzerinden kuruluyor ve pekiştirilmeye çalışılıyor. Nefret suçları da işte bu özenle inşa edilen “biz” kavramının dışında kalanlara yani “ötekine ölüm” anlamına geliyor. “Biz” sayılan erkler belli; “Türklük”, “Müslümanlık”, “Sünnilik”, “erkeklik”. “Normal” ve “anormal” iktidar tarafından belirleniyor. Doğduğumuz andan itibaren bizi kuşatan bu referanslar devlet tarafından sistemi devam ettirmek adına en büyük savunma/saldırı aracı olarak kullanılıyor. Ne yazık ki biat kültürünün derin olduğu, devletin “ana” ya da bizi terbiye edecek “baba” olarak görüldüğü, bizim gibi demokrasisi gelişmemiş ülkelerde bunlar toplumsal karşılığını kolayca buluyor ve bu da devletin korumasında yapılan bir saldırı. Kitlesel nefret suçlarına baktığımızda üç aşağı beş yukarı Hizbullah, Alperen Ocağı gibi benzer grupların parmak izlerine rastlıyoruz aslında. Bu kışkırtma potansiyeli yüksek gruplar devlet mekanizması tarafından korunuyor.

>> Bu durumu milliyetçilik üzerinden açıklayabilir miyiz?

H.A.: Türkiye coğrafyasında milliyetçilik saikiyle işlenen nefret suçlarının geçmişi çok derinlere uzanıyor ve ne yazık ki bu topraklar acı hatıralarla dolu. 1915 Ermeni Tehciri, 6-7 Eylül 1955 katliamı, Malatya, Maraş, Sivas, Gazi Mahallesi Katliamları... İşin acı tarafı katliam geleneği ne yazık ki hızını kesmeden devam ediyor; Rahip Santoro cinayeti, Malatya Zirve Yayınevi katliamı, Kürtlere yönelik linç girişimleri, Hrant Dink cinayeti ve Roboski... Tarihsel süreçte hedef tahtasındaki “öteki”ler hiç değişmemiş; Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Hıristiyanlar, Romanlar, eşcinseller, travestiler, göçmenler, kadınlar, engelliler… Nefret söylemi özünde barış ve bir arada yaşama kültürünü barındırmayan, milliyetçilik ve ondan doğan ırkçılık söylemidir.

>> Nefretin dinle ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz?

E.A.: Ne yazık ki, Türkiye’de din toplumun yumuşak karnı. “Kutsal”lar üzerinden ortaya çıkan kolektif bir nefretten bahsedebiliriz. Ancak bunun dinin kendisinden kaynaklandığını söylemek doğru olmaz, din de sonuçta bir ideoloji ve nasıl yorumlandığına, algılandığına göre sonuçları değişebilir. Ancak iktidarlar bu topraklarda yıllardır dini bir “nefret” üretici olarak kullanıyor ne yazık ki. Nefret; eğitim, medya gibi devletin ideolojik aygıtlarınca pompalandığı için, içimize işliyor.

>> Nefret o kadar tehlikeli bir boyutta ki biz bunu Ali İsmail’de net olarak görebiliyoruz. Sokak ortasında gencecik bir insan dövülerek öldürüldü bu ülkede...

H.A.: Ali İsmail Korkmaz cinayetini, devlet ve sivil kişiler işbirliğiyle işlediler. Gezi eylemleri süresince iktidar ve özellikle başbakan toplumsal çatışmayı besleyen ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı ve kriminalize eden bir dil kullandı. Bir ülkenin Cumhurbaşkanı’nın, esnaf için “gerektiğinde asayişi tesis eden polis, adaleti sağlayan hâkimdir” demesi açıkça polisi ve vatandaşı cinayet işlemeye azmettirmesidir.

E. Açıkgöz: Bir ülkenin o zamanki Başbakan’ı “Gezi bir darbe girişimidir” deyince, bir çocuğu tekmeleriyle öldüren “kimi” vatandaşları da, “Ben darbeye tekme attım” diyebiliyor!...