“Bir kızımız olsun, adı da Gülsün.
Bütün acılarımız, bütün çabalarımız,
Hayat boyu, gülsün diye çocuklarımız.”

Aziz Nesin’in böyle bir şiiri var. Halam bu şiiri çok seviyormuş ve onun ısrarıyla adımı Gülsün koymuşlar. Ergenken internette adımı Rosa diye yazardım. Arkadaşlarım Gülsün’e “çok varoş” derlerdi ve yerin dibine geçerdim.

Adımın kıymetini üniversiteye başlayınca anladım. Hem fiil, hem isim köküyle; hem dilek hem de şahıs eki olabilen ekiyle, Türkçe’deki belki en sihirli isme sahipmişim. İnsanlar sahip oldukları bir sürü şeyin kıymetini ya çok geç anlıyor veya hiç anlamıyor.

Babamlar seksenlerin başında Samsun’dan İstanbul’a göçmüş, anne tarafım Giresunlu, onlar daha eskiden beri İstanbul’dalarmış. Dedem pazarcılık yaparmış, sonra bakkal dükkanını açmışlar. İki amcam belediyede, biri de takside çalışmaya başlayınca, bakkal dükkanı babama kalmış. Halam dört erkek kardeşin arasında bir ayrık otuydu, bambaşkaydı, o devrimciydi, Devrimci Yolcuydu. Bana Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Samed Behrengi kitapları alırdı. Daha beş yaşındayken filan beni halkevine götürür, orada bir masanın üstüne oturtur ve öğrencilere gitar dersleri verirdi. Ben Ezginin Günlüğü ve Kardeş Türküler dinleyerek büyüdüm. Annemden sonra üzerimde en çok hakkı olan kişidir halam… Sonra halamı içeri aldılar, ben çok küçüktüm ama o travmayı hiç unutmuyorum. Filiz gibi kızı aylarca salmadılar, döndüğünde ayakta duramıyordu. İşkence izleri yok olsun diye içeride tutmuşlar. Halam içeride yaşadığı zorbalığı hiç unutamadı, işkencenin fiziksel izleri gitse de, gözlerindeki ışık bir daha hiç geri dönmedi. Çok sigara içti, hiç bakmadı kendine, erkenden de göçtü gitti güzelim. O gitti ama biz aynı yolda yürümeye devam ediyoruz. Bu ülke en kıymet vermesi gereken insanlara karşı neden bu kadar zalim? Beni sever, saçlarım tarar ve “Sen milenyum çocuğusun, sen bambaşka bir hayat yaşayacaksın” derdi. Şimdi nasıl herkesin dilinde Z kuşağı var, o zamanlar da “milenyum çocukları” vardı, dünyayı biz kurtaracaktık, herkes öyle diyordu.

Seçim öncesi köşeni kiralıyorsun diye duydum Ateş Abi, kira ödeyemeyiz ama seni evimizde bir akşam yemeğine davet edebiliriz. Benim partim Sol Parti, İşçi Partisi’ne de bayılıyorum. Ama %51’e endeksli ve %10 altını hiçe sayan abuk bir sistemde hepimiz ister istemez CHP uzmanı kesiliyoruz. Bu gemi doğru yere gitsin, karaya oturmasın, su almasın diye çabalıyoruz.

Bence Kılıçdaroğlu’nu en iyi boşanma davalarına bakan avukatlar anlar. Bunu sıklıkla boşanma davalarına bakan bir avukat olarak söylüyorum. Türkiye’de boşanma süreci her zaman kadının aleyhine işler. Ben erkek tarafının davalarını kabul etmiyorum: O kadar maşist bir toplumda yaşıyoruz, her şey o kadar erkekler lehine ki, ben bu nedenle hep kadın tarafında yer alıyorum.

Boşanan çiftleri mahkemede izlerim, her iki taraf da üzgün olabilir ama erkeklerin ifadelerinde hiçbir utanma, pişmanlık görmezsiniz. Sanki bütün ülke boşanan erkeğin arkasındadır ve omuzuna dokunup onu teselli ediyor gibidir. Oysa kadınların geneli kaygı içindedir ve ancak baskı altındaki insanlarda göreceğiniz bir yüz ifadesine sahiptirler. Sanki dava biter bitmez mahkemedeki bütün erkekler kadına tecavüz edecekmiş gibi bir endişe vardır kadınlarda... Bu ifadeye takıntılıyım ben. En eğitimli, kendi mesleği olan kadında bile görürüm bu ifadeyi. Kadınları böylesine ezen pres nerede? Bu pres toplumun içine işleyen erkeklik ruhunda. Hani Hrant Dink’i vuran çocuk vardı ya, karakolda polislerle videosu çıktı. Orada o ruh halini hemen görüyorsun: Polisler katili seviyorlar, videoda bile farkedilen bir şefkatla sarıyorlar onu. İşte bu ruh hali boşanma mahkemelerinde de olur, bir ruh erkeği sarar, kadını dışlar. Erkek bu nedenle rahattır, kadın da bu nedenle rahatsız. Kabahatin yüzde yüzü erkekte bile olsa, görünmeyen bir mahkemede kadın çoktan hükmü yemiştir.

Bana gelen kadınları önce bu ruh haliyle yüzleştiririm. Bu işin uzun sürebileceğini, geçen zamanda pes etmemesi gerektiğini anlatırım. İlk zamanlar avukat olarak haddimi aşardım ve daha müdahaleci olurdum. Bunun yanlış olduğunu zamanla anladım. Çünkü örneğin, kocasından dayak yiyen, aldatılan, hapsedilen kadın, bir bakarsın tekrar barışmış ve bir hafıza öğesi olarak benden nefret etmeye başlamış. Kadının iyiliği için konuşuyorsun ama kadın senden nefret ediyor, ne garip değil mi? Mahkemedeki o karanlık ruh halini, birçok kadın her gün yaşar. Bu nedenle kolay kolay boşanamazlar, kendilerini boşanmamak için ikna ederler ve en beteri de kocalarını sevmeye çalışırlar. Seni zerre sevmeyen birini sevmeye çalışmak, hatta onu sevdiğine kendini ikna etmek ve hatta doğruları söyleyen iç sesini bastırmak için dışarıdan bağıra bağıra seni seviyorum demek.

Az evvel Kılıçdaroğlu’nu en iyi boşanma avukatları anlar dedim ya, işte bu nedenle dedim. Kılıçdaroğlu şu anda iktidarı çok sevdiğini haykıran bir kitleyi, iktidardan boşamaya çalışıyor. Tarafları izliyor, durumu gözlemliyor ve tıpkı benim acemilik günlerimde yaptığım gibi halkı boşanmaya ikna etmeye çalışıyor. Halk aptal değil, onlar da her şeyin farkında. Evine giren parayı, kısılan kombiyi, etsiz pişen yemeği, kredi kartı faizini kim bilmez? Farkındalar ama hepsi şunu düşünüyor, “Ya boşanınca daha da kötü olursa? Ya sırf boşanmayı düşündüğüm için bile mahallem tarafından dışlanırsam?” Bu sorular nedeniyle Kılıçdaroğlu ne kadar doğru konuşursa konuşsun, ikna etmesi gereken kitleyi dönüştüremiyor.

Bir insan en kaygısız biçimde ne zaman boşanır biliyor musunuz? Bir başkasına aşıksa, bir başkasını seviyorsa. Biz avukatların yapamadığını, aşk ve sevgi hemen yapar. O nedenle, evet, anlıyorum, saygı da duyuyorum ama Kılıçdaroğlu’nun bu boşanma avukatı tarzını bırakması gerek. Halk zaten bilinen doğruları tekrarlayan bir “bilirkişi”nin telkinleriyle değil ancak aşkla değiştirir kararını. Aşkla, sevgiyle, umutla… Bu hisler olunca, mahkeme duvarları kağıda döner, kalp hızlanınca geri kalan her şey yavaşlar. “Aday kim olmalı?” sorusunu hiç önemsemiyorum, “Aday ne söylemeli?” sorusunu önemsiyorum. En önemli konu bu olduğu halde, kimse bunu konuşmuyor.

Babam gençliğinde kendi deyişiyle “light” ülkücüydü, sonra Ecevit’e, sonra da Erdoğan’a oy vermiş, eşimin ailesi Kürt, onlar da benzer. Babam kendini hala Samsunlu olarak tanımlar, eşimin ailesi de Mardinliyiz der. Ama ben de, eşim de “Biz İstanbulluyuz” diyoruz. Ben İstanbulluyum, kendimi İstanbullu hissediyorum. Bazen insanlar sorar, “Memleket nire?” diye. “İstanbul derim, inanmazlar, çok ısrar ederlerse Barış Manço makamıyla, ‘Bu dünya benim memleket’ derim.”

Hem eşimin ailesi, hem benimkiler geçmişte AKP’ye oy vermişler ama bu yerel seçimde tamamı İmamoğlu’na oy verdi. Ankara’da yaşasalar Mansur Yavaş’a oy verirlerdi. Çünkü kim olduğu değil, ne söylediği önemli. İmamoğlu, “Mevcut belediye yönetimini hapse atacağım, organize hırsızları organize dürüstlükle yeneceğim” diyerek kazanmadı seçimi. İlk seçimde “Martın sonu bahar” dediği için, yetkisi elinden alındığında ikinci seçimde “Her şey çok güzel olacak” dediği için seçimi kazandı. Bu sözleri davranışları ve söylemleriyle devam ettirdiğinden Samsunlu Mardinliyi, Mardinli Samsunluyu bile bile hep beraber İmamoğlu’na oy verdiler.

Belki biraz da ben ve eşim yüzünden. Biz milenyum çocukları büyüdük ve geçen milenyumun hasetlerini taşımayı reddettik. Tekrarla, adımızın kıymetini öğrenmek için bile zaman geçiyor, insanlar zamanla anlıyor. Anne babalarımız bizim birleştiğimizi görünce kendi ayrılıklarını sorguladılar. Bizi birbirimize bağlayan hisler, bizi birbirimizden ayıranlardan çok daha fazla ve çok daha güçlü.

Geçen yıl anne oldum ve çocuğumuzun adını Barış koyduk. Evet barışı çok seviyoruz ama bu ismi vermemizde esas sebep kavramsal barış değil, Barış Manço... Aziz Nesin’i okurken, Barış Manço’yu da dinlemek gerek. Çünkü bu dünya bizim memleket ve bütün çocuklar gülsün istiyorsak, başka söze gerek yok.