Aslında nerden neyi çekip çıkaracağınızı, hangi çekmecede ne olduğunu siz de bilmiyorsunuz. Ben bilmiyorum. Bazen dağıttığınızı toplamakta güçlük çekebiliyor, bazen de buzdolabının içinde küflü bir limonla bakışabiliyorsunuz

Kemik Tozu kitabının yazarı Zeynep Delav: Bıkıp usanmadan anlatarak  ve yazarak göstermek gerek

Şebnem Subaşı

Daha önce birçok edebiyat dergisinde öyküleri yayımlanan Zeynep Delav’ın ilk öykü kitabı Kemik Tozu, Mayıs ayında raflardaki yerini aldı. 11 öykü ve bir novelladan oluşan Kemik Tozu, baskı altına alınmış, görmezden gelinen insanları eksenine alıyor: Kocasından sürekli şiddet gören bir kadın… Aile baskısından yılmış iki kız kardeş…

Geçmişlerinden, çevrelerinden kaçmak zorunda olan bir çift… hep kitap logosuyla kitapseverlerle buluşan Kemik Tozu'nun yazarı Delav, sinema-psikoloji, edebiyat-psikoloji alanında yaptığı araştırmaların yanında kitap ekleri ve dergilerde kitap tahlilleri, eleştirileri kaleme aldı. Çeşitli senaryo çalışmalarında yer alan ve editörlük, metin yazarlığı yapan Zeynep Delav'ın 'Hece Öykü', Varlık, '14 Şubat Dünyanın Öyküsü', Edebiyatist dergilerinin de aralarında bulunduğu pek çok edebiyat dergisinde yayımlandı. Delav ile ilk kitabı Kemik Tozu ve yazarlık süreci hakkında konuştuk.

»İşin mutfağında yıllarca yer aldıktan sonra biriken öykülerinizi Kemik Tozu'nda topladınız. İlk kitabınızda tercihiniz öyküden yana oldu. Öykü türünün kitlesi roman kitlesine göre daha sınırlı. Yazarken bu durum sizi etkiledi mi?
Ben böyle bir sınır gördüğümü söyleyemem. Bu söylem öyküyü geliştirmek yerine daha dar bir alana itmek gibi geliyor. Oysa öyle değil. Öykü yazmak ve yazarak düşündürmek-sarsmak-anlamlandırmak romandan katbekat daha zor. Bir sinema filmi izlerken illaki beğenecek bir şey bulursunuz, süre çok etkilidir veya hikâye örgüsü bazı bazı zayıftır ama onu sağlamlaştıracak kadar süresi vardır. Yani, beğendirme olanağınız daha yüksek. Ancak öykü, her bölümü farklı hikâye anlatacak süresi de sinema filminin yarısı kadar olacak fakat aynı etkiyi verecek… Yazarken beni bu durum etkilemedi, hayır.

» Her yazarın bir ilham kaynağı vardır. Sizi en çok kim etkiledi, nasıl öykü yolculuğuna başladınız?
Taraf tutmadan izah etmeye niyet etmek, sadece gördüğümü anlatmak isteği yazı yolculuğumun tek yöne giden bileti oldu diyebilirim. Baktığınızda göz hizanıza denk gelen oyuktan, yaşanılamayan hayatların tarifini etmeye gayret etmek, sonra o hayatların neye dönüştüğünü anlatabilme hissi ve isteği. Zaten başarıp izah edilebilirse yaşama dönüşüyor. Yoksa içine çöküp, çukur haline geliyor! Ancak bunu, kendini sıkarak “şunu böyle anlatayım, böyle de mesaj vereyim” hissiyle yaptın mı başarılı olamıyorsun. Kurmaca önce gözlerde başlıyor, bakarken. Dile gelmesi, vücut bulması biraz yetenekle ilgili. Birazından fazlası okumalar, gerisi de Allah vergisi!

Birilerini kandırmak değil, ancak hayatın biraz olsun güzelleşeceğine ve farkındalık katacağına inanıyorsa, yazının bütün meşakkatlerine fit oluyor insan. Öykü yolculuğumdaki diğer ilhamlarımdan birisi de müzik. Aslında nerden neyi çekip çıkaracağınızı, hangi çekmecede ne var siz de bilmiyorsunuz. Ben bilmiyorum. Bazen dağıttığınızı toplamakta güçlük çekebiliyor, bazen de buzdolabının içinde küflü bir limonla bakışabiliyorsunuz.

'Nostalji, ruh sağlığı için geri çekilmek demek'
» Öyküleriniz de bir nostalji havası hâkim. Özellikle “Kırıntı”da bunu daha çok hissediyoruz. Sizi geçmişe götüren nedir?
Bana göre, kaybedilen şeylerin, içinde bulunduğumuz yoksunluğu algılayış biçimimiz bizi nostaljinin yanında soluklandırıyor. İnsan özüne dair salt ne varsa nostaljide olduğunu düşünüyorum. Daha az tüketen, daha az tahrip eden! Buna biraz kapanma isteği de diyebiliriz. Zamanı bereketlendirme isteği. Yazan kalemler bunun ne demek olduğunu çok iyi bilirler…

Ayrıca içinde bulunduğumuz çağ, herkesi sürekli öfkeli olmaya itiyor. Televizyonu açıp haberleri izlediği zaman “Niye herkes bu kadar öfkeli” diyor insan, üzülüyor. Nostalji, bu anlamda ruh sağlığı için geri çekilmek demek. O yüzden, “Çok bin Vuruş” öyküsünde adam, dosyasını ta kalkıp Denizli’den İstanbul’a getiriyor. Çünkü e-posta adresi yok. Bu belki geri kalmışlık olarak anlaşılıyor, ancak ruhta bir yığın oluşmasını önleyen ufak da olsa bir giriş. Bu ufak tefek diye düşündüğümüz şeyler aslında bizi bir şekilde esir alan, almaya da devam eden şeyler. Bunlar aslında derin gözlem değil, herkesin bildiği etkenler.

» Öykülerinizde, özellikle “Çikolata Aşkı”, “Kırıntı”, “Yağ Kütlesi”nde toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin bir sonucu olarak kadınlara uygulanan şiddeti işlemişsiniz. Edebiyatı bu sorunlar için nasıl kullanmalıyız?
Seyla Benhabib postmodernizmin varlığını bu kadar belli ettiği zeminde artık bilincin yerine dilin geçtiğini söylüyor. (Cümle özetle bunu ifade ediyor.) Bilinçten dile bu değişim etik, ahlak ve erdemin de baştan ayağı karakterini değiştiriyor ve siz merhametin neye benzediğini, aslında ne olduğunu unutmaya başlıyorsunuz. Onlar değişince zaten edebiyatın yükü, kendi içindeki kaçınılmaz değişimi söz konusu oluyor. Bıkıp usanmadan anlatarak ve yazarak göstermek gerekiyor. Edebiyat sorun anlatmanın ötesinde insan psikolojisinin resmini göstermeye, insanın anlattığınız haliyle neye benzediğine, nasıl olması gerektiğine kafa yordurtmak demek.

» Yazmak için “yazmak denilen şey, boğazı sıkan kazak giymek gibi, gevşetmezsen nefes alamıyorsun” diyorsunuz. Editörlükten yazarlığa geçiş sürecinde bu kazağı giymek sizi nasıl etkiledi?
Öncelikle kişinin kendine editör olması gibi bir şeyin söz konusu olmadığını tecrübe etmiş oldum. Yazmak, evet çok defa boğazı sıkan bir kazağa benziyor. Anlattıkça gevşemeye başlıyor bu da tamam. Ama o sıkma anının sizi tek başına bırakan, sabahlara kadar uykusuz ve huzursuz bırakan en çok da yalnızlaştıran bir hali var.