Ayşen Şahin Aksakal yazdı… İnsanların olaylara bakışı, bazı anları hafızasına kaydetme şekli farklı. Kimi tarih olarak kayda alır, kiminin hafızası bir koku ile kimininki bir his ile tetiklenir. Ben bazı kareleri kaydederim hafızama. Kırılma noktaları da öyledir, insandan insana değişir bardağın son damlasının manası. Benim Gezi’den aklımda kalanlar, hep başkalarının kırılma anlarına şahit olduğum kareler. […]

Kırılma noktalarının toplamı: Gezi
Ayşen Şahin Aksakal yazdı…

İnsanların olaylara bakışı, bazı anları hafızasına kaydetme şekli farklı. Kimi tarih olarak kayda alır, kiminin hafızası bir koku ile kimininki bir his ile tetiklenir.

Ben bazı kareleri kaydederim hafızama.

Kırılma noktaları da öyledir, insandan insana değişir bardağın son damlasının manası.

Benim Gezi’den aklımda kalanlar, hep başkalarının kırılma anlarına şahit olduğum kareler.

Olmaz denilenlerin olduğu, gözlerimin dolduğu anlar.

Gezi’nin ilk günlerinde, çocuklarla bir şekil idare ettim durumu ama bir akşam, parka gidebilmek için annem ve babamdan gelip çocuklara bakmalarını rica etmiştim.

Sofrayı hazırladım, birlikte oturduk. Babam, iki çocuk annesi olarak sokakta olmamın risklerini, parka inme isteğimi hiç tasvip etmediğini anlattı, anlattı… Ve gitmeme mani oldu. O akşam bende kaldılar. Elimde telefon, kanepede uyuyakalmışım. Sabah 5’ti, babam uyandırdı: “Kızım kalk, giyin de çık sen, köprüyü yürüyorlar, bildiğin köprüyü yürüyorlar. Biz çocuklarla kalırız evde”

Babamın kırılma anıydı.

Gezi’de anne zincirinin yapılacağı gün, bir işim vardı. İş hayatında da ahlaki değerlerimiz olmalı, yalan uydurup iptal etmeyi kendime yakıştıramıyorum. Ama Gezi’de olmak istiyorum, toplantıda değil. Bir vesile şans yüzüme güldü, müşteriden e-posta geldi “Mücbir sebeple toplantımızı gerçekleştiremeyeceğiz, ileriki dönemde yeniden tarih ve saat belirleriz” 

Bu e-postayı atan, kocaman bir şirketin kurucusu, patronu, dört dil bilen, benden 30 yıl fazla tecrübeye sahip o kadınla yan yana geldik akşam Gezi’deki zincirde, elimi sıkıp “mücbir sebep” deyip gülümsedi. “Daha mücbirini görmedim” dedim ben de.

Ayşen Aksakal

Ekonomik konumlarımızın, iş hayatındaki pozisyonlarımızın arasındaki dağın kırılma anıydı.

Bir başka gün, hatırası hepimizin yüreğini sıkıştıran Kazancı Yokuşu’nda yakaladı bizi biber gazı. O daracık yokuştan kalabalık halinde koşarken insanın ister istemez 1 Mayıs 77 düşüyor aklına. Bir adam düştü yanımda, koluna girdim, başka bir kadın da diğer koluna. Yüzümüzde fularlarımız var, ağzımızı burnumuzu kapatmaya çalışsak da gözlerimizden sapır sapır yaşlar akıyor gazdan. Birkaç sokak sonra içeriden seri şekilde tabure çıkaran, herkese su ikram eden bir kafenin önünde oturttuk beyefendiyi, yaşı da bizden oldukça ileri. Yüzümüze su dökmek için indirdik fularları: bir zamanlar kurumsal dünyada birlikte iş yaptığım bir arkadaş, o zamanlar arkadaş olmadığım.

Birlikte belki de hiç öğlen yemeğine çıkmamışızdır o güne kadar, hiç üzerine düşünmemişiz ortak noktalarımız neler? Çünkü başka türlü giyinir, başka türlü konuşurduk insanlarla, başka türlü yazardık e-postaları.

Önyargılarımızın kırılması.

Gezi, toplumun üzerindeki baskının, yasakların, kısıtlamaların nefes aldırmayacak kadar ilerlediği, liyakatın sesli çatırdadığı bir dönemde, farklı şekillerde ama aynı alana çıkan insanların ağzından çıkan kocaman bir “yeter” kelimesiydi.

O kadar çok hak kaybı ve mağdur vardı ki geride, herkesin bardağı kendi çapında çoktan taşmıştı, taşan sular bir araya gelince sel oldu.

Ezilmişlik duygusu boğuyordu, sesini çıkaramamak ağır bir yüktü. Gezi, ezilenlerin yeniden gururlarıyla barışma alanı oldu.

Eylemler şiddetsizlik üzerineydi. Diren Gezi sloganı olayların saldırı değil saldırılara ve baskılara karşı bir direniş olduğunu yeterince anlatıyordu zaten. İnsanlar şiddeti durdurmaya çalışıyordu. Gaz fişeklerini elle yakalayıp su bidonlarına atarak etkisiz hale getirmeye çalışıyorlardı. Atölyelerde çocuklar resim yapıyor, birileri ücretsiz tiyatro sergiliyor, biletsiz konserler veriliyor, kutuplaştırılan toplum, açığa kurulan kütüphanelerde paylaştıkları kitaplarla yeniden birbirine yaklaşıyordu.

Şiddetsiz Direniş kavramı “Occupy Wall Street” ile başlayarak tüm dünyaya hızla yayılıyordu. Felsefe, şiddetsiz direnişin teorisini yazmaya yetişemiyordu.

Todd May, Şiddetsiz Direniş kitabında, “şiddetsizlik sadece şiddetin yokluğu değildir, şiddetsizlik aktif olmaktır aksi takdirde uyku da bir şiddetsizlik sayılırdı” diyor.

Gandhi, şiddetsizliğe kendi verdiği “pasif direniş” ismini daha sonraları eylemsizliği ima ettiği için reddetmişti. Martin Luther King ise “İntikamcı duygulara kapılmadan, hukuki yollarla değişime katkı sunarak eylemsizlikten kurtulmak” olarak anlamlandırıyordu.

Gösteri ve yürüyüş anayasal bir haktı.

Yeni kuşaklarla birlikte sokakta olmanın da anlamı değişti. Değiştiğini ben de gözlerimle gördüm. Gezi’deki gençler, karşı karşıya kaldıkları emniyet güçleriyle sohbet edebiliyordu. “Hemen saldırmayacaksınız değil mi? Acıktık da biz bir yemek molası verelim diyoruz.” diyeni duydum kulaklarımla.

Sokakta kimi görsem, hangi cümleye şahit olsam tarif edeceğim ilk kelime “insani” olurdu.

Akan onca kana rağmen, ölen gencecik çocuklara rağmen, şiddet asla sokaktan gelmedi. Ben görmedim, şahit olmadım.

“Everyday Rebellion” belgeseli tüm dünyadaki şiddetsiz direnişlerden örnek verir. Şiddetsiz direnişin felsefesi aslında muktedirin de ezberini bozmak ve onu da şiddetten uzaklaştırmaktır diye anlatır. Yaratıcıdır eylemlikler, sloganlar eğlencelidir.

Bu sebepledir kolluk kuvvetlerine ikramda bulunmalar, şarkılar, enstrümanlar, danslar, kostümler, sessiz alkışlar, neşeli duvar yazıları.

Hatırlar mısınız o meşhur duvar yazısını: “Ya Pelin’ime gelseydi?”

Gezi’yi, bir iktidarın halktan gelen mutsuzluk çığlığı olarak dikkate alması, taleplerini değerlendirmesi ve bazı köklü değişikliklere gitmesi beklenirdi. Şiddetsiz direnişten beklenti budur.

Gezi’ye katılan tanıdığım kimsenin açıklanamaz bir davranışını görmedim. Bir de bunca sene geçti ne Kabataş’taki deri kıyafetlilerin ne de Dolmabahçe Camii’nde içki içildiğinin videosunu görmedim.

Hamasi laflar ortada asılı kaldılar.

Günümüze gelince, ilk kez bir seçimin şaibeli iptalini yaşadığımız şu günlerde, üzerimizdeki baskı, soruşturma dosyalarının kalınlığı, içerideki tutuklu sayısının adeti, iftiraların izansızlığı kat be kat arttı.

Yine de Gezi’de el ele olan kime sorsak cevabı aynıdır: iyi ki o günleri gördük.

Gezi insan olduğumuzu yeniden hissetmekti, sırtımızdaki semeri sıyırıvermek gibi hafifleticiydi. Ardımıza bakmadan yürüyemez sanırken, her şeyimizi bir ağacın altına bırakıp giderken, döndüğümüzde orada olacağını, çalınmayacağını bilmekti. Birini durdurup derdini anlattığında dinleyeceğinin, düşersen kaldırmak için pek çok el bulacağının güvencesiydi.

Gelecekte aç mı kalacağız endişesi yaşarken birilerinin elleriyle börek yedirmesiydi. Hiç unutmam tanıştığım sokak çocuklarının “Keşke hiç bitmese be abla, ilk kez aç yatmıyoruz, ilk kez dayak korkumuz yok bu meydanda” demesini.

Gezi, unutulmaz anılar kadar bir de büyük utanç bıraktı. Gezi’de hayatını kaybedenlerin gittikçe tenhalaşan duruşmaları.  Oysa birlikte güzeldik, tarihimizde belki de ilk kez, hiçbir ayrımcılık olmadan el eleydik.

Gezi’deki duygu paylaşımdı, haklarını savunmaktı ve insancaydı.

Gezi davası bitmedi, bu davada eskisi gibi bir arada el ele olmak zorundayız. Siyasi görüşten, etnik kimlikten, inançlardan bağımsız. İnsan olmanın vazifelerinden biri bu.

Yoksa her sene, adına kurduğu vakıfta, çocuklara burs verebilmek için Avrasya Maratonu’nda koşarken Emel Anne, dizleri dayanamaz gibi olup “Ali İsmail Korkmaz” diye bağırdığında, başımızı öne eğmek zorunda kalırız.

Berkin Elvan’ın mezarına çiçek bırakırken Gülsüm Anne ile göz göze gelmeye korkarız.

Mehmet Ayvalıtaş’ın, Ethem Sarısülük’ün, Abdullah Cömert’in, Medeni Yıldırım’ın, Ahmet Atakan’ın yükü var omuzlarımızda, o yük ayıba evrilirse taşınmaz olur.

Hiçbir dava yalnız kalmamalı

Şimdi 24-25 Haziran’da, Şehir planlamacı, mimar Mücella Yapıcı, Tayfun Kahraman ve avukat Can Atalay da Gezi iddianamesi doğrultusunda Silivri’de yargılanacaklar.

Şehri savunmanın yargılanmasıdır bu.

Jacques Verges, Savunma Saldırıyor isimli kitabında savunmaları ikiye ayırır: Var olan adalet mekanizmasını kabul eden uyum savunmaları (Dreyfus, Challe) ve yeni bir gerçekliği gözler önüne sermeyi hedefleyen kopuş savunmaları (Sokrates, Dimitrov).

Uyum savunmaları kendini, kopuş savunmaları davayı kurtarır.

“Uygarlık”larının ve ellerinde tuttukları gücün verdiği güvenle davranan tuzukurular, Adaletleri’nin geçerliği kalmadığını ve tek söz söyleme hakkının kendilerinde olmadığını anlamalıdırlar artık.” der.

Bu, hepimizin davası, demokrasi ve adalet adına yeni bir kırılma noktasıdır.

Ben orada olacağım. Tarihe şahitlik etmek için. Dilerim kucaklaşırız.