15 Temmuz gecesi, Küçükçiftlik Park’ta olmayanlar çok şey kaçırdı. İKSV’in düzenlediği Neil Young konserindeydik. Crazy Horse eşliğinde sahnedeydi ‘baba’. Yıllardır beklediğimiz konserdi, beklediğimize de değdi.

Kırk yılda bir şahit olunacak bir mucize: Neil Young

MURAT MERİÇ

Filmin sonunu başta gösteren yönetmenler gibi, yazının sonunda kuracağım cümleyi en başta kurayım: Olağanüstüydü. Hayatımda bir kere daha böyle bir şeye şahit olur muyum, bilmiyorum. 15 Temmuz gecesi, Küçükçiftlik Park’ta olmayanlar çok şey kaçırdı. İKSV’in düzenlediği Neil Young konserindeydik. Crazy Horse eşliğinde sahnedeydi ‘baba’. Yıllardır beklediğimiz konserdi, beklediğimize de değdi.

Bugüne kadar çok konser izledim. Şahit olduğum ilk ‘büyük’ konser, Ankara’da 'Parliament Superband' eşliğinde dinlediğim Ray Charles - B.B.King ikilisiydi. 27 Ekim 1990’da izlemiştim ve yine Ankara’da gittiğim Jethro Tull konserinin (16 Mayıs 1992) öncesiydi. Bir dönem Ankara’da yaşamam, İstanbul’daki konserlere gitmeme engel değildi: Trene atlıyor, konseri dinliyor, otobüsle dönüyordum. Lou Reed, Nick Cave, Patti Smith, Marianne Faithfull derken İstanbul’a yerleştim. Leonard Cohen’den Sting’e pek çok ismi bu dönemde dinledim. Artık memleket yetmez olunca dışarılara diktim gözümü. Türkiye’ye gelmesi hayal olan AC/DC, Bruce Springsteen & The E-Street Band gibi isimleri Sofya’dan Prag’a uzanan şehirlerde yakaladım. Neil Young, "gelmez" dediklerimizdendi, geçtiğimiz yılki konserlerine dikmiştik gözümüzü, olmadı: Gezi’deydik, geziye çıkamadık. Kaçırdığıma pişman olmadığım konserdir bu.

9 Kasım 2012’de, Roger Waters’ın ‘The Wall - Live’ turnesinin bir ayağının Türkiye’de yapılacağının açıklandığı gün, twitter’da şu cümleyi kurmuştum: “Uyudum uyandım, Roger Waters geliyor dediler: ‘The Wall’ turnesi, 2013’te İstanbul’daymış! Bir daha uyusam Neil Young da gelir mi?” Aynı yıl, Mehmet Tez, Neil Young’ın İstanbul’a geleceğini yazdı ama sonrasında bir ses çıkmadı. 29 Ocak 2014’e kadar… O gün, konserin açıklandığı gün. Duyduğum anda şunu yazdım: “Durup dururken evde bayram havası: 15 Temmuz, Neil Young, Küçükçiftlik Park! Biletler 1 Şubat’ta… (Ağlıyor olabilirim, evet.)” 1 Şubat geldi, işimi şansa bırakmadım ve sahne önü biletlerimi aldım.

Sonrası sahiden uzun ve sıkıntılı. Memleket ahvali, heyecanlı bir bekleyişe müsaade etmeyecek kadar saçma. Berkin Elvan’ın ölümünden cumhurbaşkanlığı seçimine uzanan süreçte yaşadıklarımız, konseri gölgeleyecek kadar ağır. Ancak bu konsere, bir nefes alma olanağı olarak bakmak da mümkün. 20 Haziran’da BlackBox’ta dinlediğimiz Bob Dylan’la birlikte yılın ikinci büyük konseriydi, bir anda yılların en büyüğü oldu!

Konser öncesi çalışmıştık. Amerika turnesi devam ederken baktığımız setlist’ler heyecan vericiydi: ‘Ohio’dan ‘Old Man’a bir sürü şahane şarkı! Aralı, iki bis’li konserler veriyordu ‘baba’ ve yirmiyi aşkın şarkı söylüyordu. Sonra Avrupa’ya geçti ve bir anda turnenin seyri değişti: Şarkı sayısı yarıya inmiş, beklediklerimiz çıkmış, açılış şarkısı dâhil neredeyse her şey değişmişti. Yeni liste de fena değildi elbette ama ‘Old Man’siz bir Neil Young konserinin olamayacağına dair şüpheler içimizi kemirirken girdik alana…

Oluyormuş. ‘Love and Only Love’la başlayan, "Goin’ Home"la devam eden konser, sahiden acayipti. Neil ‘baba’ bizi bizden almakla kalmadı, ezberimizi değiştirdi. Şu cümleyi çok rahat kurabiliyorum: Bugüne kadar izlediğim/dinlediğim en iyi konserlerden biriydi, belki de birincisiydi bu. Prag’daki Springsteen konseri için kuruyordum bu cümleyi, rakipsizdi, artık bir rakibi var. Üstelik rakip, kanka müessesesinden.



Neil Young’un kendini telefon kulübesine kapatarak doldurduğu son albüm, bir Springsteen şarkısını da içeriyor: ‘My Hometown’. Konserde söylemesini elbette beklemiyorduk. Beklediklerimizi de söylemedi ama. Söylediklerinin bir kısmını değiştirdi. ‘After the Gold Rush’, elektrikli haliyle canımıza okudu. Konserle birlikte başlayan yağmur ve ikinci şarkının solosunda çakan şimşekler, şüphesiz ortamı güzelleştiren hareketler oldu. Konserin ortalarında gitarını eline alarak, mızıkasını boynuna asarak söylediği Dylan şakısı ‘Blowin’ in the Wind’ ve ucuna eklediği ‘Heart of Gold’, katılımın en yüksek olduğu şarkılardı. Sonrası bir ayin gibiydi zaten: Şarkıları şarkılara eklerken ve “Keep on rockin’ in the Free World” diye zıplarken konserin nasıl bittiğini anlamadık! ‘İçerideki’ adamımızdan sızan setlist’e göre turnenin kapanış şarkısı olan bu şarkıdan sonra, Avrupa ayağında görücüye çıkarttığı taze şarkı ‘Who’s Gonna Stand Up and Save the Earth’ü söyleyecek bis’te de, beklediğimiz ‘Like a Hurricane’ ile selamlayacaktı bizleri. Bu da olmadı. "Rockin’ in the Free World"den sonra kulise çekildi ‘baba’ ve taze şarkısını bis’te söyledi. Arada ‘Like a Hurricane’ güme gitti ama ne gam! Neil Young ve çetesi Crazy Horse, gönülleri aldı, ardında bir değil bin hoş sâdâ bıraktı ve gitti. İki saati aşkın sürede 13 şarkı çaldı ve rakamın uğursuzluğuna inat, "bir konser nasıl olur"u gösterdi. Evinde gibiydi, dikizliyor gibiydik, tanık olduğumuz en güzel şeylerden biriydi.

Yazıyı bitirmeden, konserden önce bizi güzelleştiren Büyük Ev Ablukada ve Midlake’e selam çakayım. Öncesinde onlar var diye erkenden alanda yerimizi aldık, pişman olmadık. Ama asıl olay, elbette Neil Young’dı. Crazy Horse’un üç ası (konserin başından sonuna yüz ifadesini değiştirmeyen) basçı Rick Rosas, davulun arkasında harikalar yaratan Ralph Molina ve sempatik gitarcı Poncho Sampedro, konserin diğer kahramanları.

Uzatmanın mânâsı yok. İki gün önce çok acayip bir şey yaşadık. Neil Young ve Crazy Horse olağanüstüydü. Başta yazdım, tekrarlayayım: Hayatımda bir kere daha böyle bir şeye şahit olur muyum, bilmiyorum. O kadar iyiydi, kelimelerle tarif edemeyeceğim kadar iyi.a