Titanik‘le ilgili ne çok şey yazıldı çizildi. Olayın kendisi ayrı, filmi ayrı konuşuldu. Titanik‘i bu kadar önemli yapan şey, uygarlığın ve insanlığın kendisine fazlaca güveniyor oluşunun hazin sonucuydu. Batmayacak oluşuna o kadar çok güveniliyordu ki, gemide yolculara yetecek kadar filika ve can yeleği olmadığı, ancak battıktan sonra anlaşılmıştı.

GÖRMEZDEN GELME

Dünya, Titanik’e benzetiliyor, olabilecek bütün felaketlere karşı, benzer bir şekilde görmezden gelindiği, yoksulluğun, eşitsizliğin, iklim krizinin, salgın hastalıkların, savaşların benzer biçimde görmezden gelinip yeterince hazırlık yapılmadığı, önlem alınmadığı konusunda bilim insanları neredeyse hemfikir. Türkiye için de benzer bir durum söz konusu, sonuçları ağır olacak bir ekonomik krizin içinden geçerken, yeterince filika olmaması dışında, var olanlar da satılmış ya da çürümeye terk edilmiş bir görüntü… Ama görmezden geliyor çoğunluk. Titanik için buz dağı da görünmezdi, hep orada olmasına rağmen. Pandemi başladığında bir ara en basit ulaşılabilir bir araç olması gereken maske bile yoktu, vatandaşlık numarasıyla eczanelerden sınırlı bir şekilde alınabiliyordu.


SQUID GAME

Korkuyla ilişkimiz öylesine karmaşık ki… ‘Squid Game’ TV dizisini, ben gerilim türü olarak değil, korku türünde bir yapım olarak izledim. Diziyi neoliberalizmin bir eleştirisi olarak yorumlayanlar çoğunluktaydı. Herkesin herkesle savaşının insanlığın doğal hali olduğu iddiasını kanıtlamak üzerine kurulu dizideki oyunlar, insanlığın görmezden geldiği korkularıyla da yüzleşmesi anlamına geliyordu bir bakıma. Ama dizinin yakaladığı popülerlik ve çoğu izleyene verdiği keyif, yüzleşmekten kaynaklanmıyordu, her bölümü merakla ve heyecanla izleten şey, korkunun üstesinden gelme ve hayatta kalma arzusuydu, yani ölümü yenebilme… Korku, her zaman her yerde ise, bütün bu korkularla yaşamanın hilelerine başvurmak, hatta bu korkuların üstesinden gelmenin heyecanıyla hayata tutunmak, bir anlamda zevk de veriyordu izleyenlere ve yaşayanlara.

REENKARNASYON PROVASI

Bu durumu, Zygmunt Bauman, ‘Akışkan Korku’ adlı kitabında, “tekrar eden dirilişler, daimi reenkarnasyon provası” olarak tanımlıyordu. Extrem spor yapanların yaşadığı bağımlılık gibi, ölümle oynayarak, en büyük korkuyu, ölüm korkusuna karşı yaşanan zafer duygusunun verdiği haz, tümgüçlülük yanılsamasını sürdürebilme… Küresel ısınma, salgınlar, ekonomik krizler, savaşlar ve savaş ihtimallerine rağmen hayatta kalarak elde edilen zafer duygusu… Son dönem yapılan popüler TV dizilerine ve filmlere bir bakın, korku, cinayet, gerilim… Ya da reality show’lardaki dramlar, rekabetler, yaşanan utançlar… Bu diziler ve filmler, bilinçdışına itilmiş, akıllı telefonlar ve sosyal medya başta olmak üzere çeşitli hilelere başvurarak üstesinden gelmeye çalıştığımız korkularımızı yatıştırmaya yarıyor daha çok. Ama bu yatıştırma durumu, hiç de masum değil, çünkü geniş yığınları ‘hayatta kaldıklarına şükrettirip’ sessizleştirmeye de neden oluyor.

SESSİZ SUSTURUCU

Bir videoya denk gelmiştim, kalabalık bir caddede birisi arabasını yolun ortasında durdurup bir dükkâna girip ateş ediyor ve sakin bir biçimde arabasına binip yoluna devam ediyordu. Şaşırtıcı ve insanın tüylerini diken diken eden kısım da, o caddeden geçen hiç kimsenin ateş edilen yerle ilgilenmemesiydi, sanki hiçbir şey olmamış gibi yürümeye devam etmişti insanlar, dönüp bakmamışlardı bile. Benzer bir olay, bir erkeğin bir kadını tavla oynayan bir grup erkeğin yanında öldürmeye kalkışmasıydı. Bu durumlar, korkunun sessiz bir susturucu olarak işlevini göstermesi açısından çarpıcıydı çok. Korkunun toplumları felakete sürükleyebilecek gücü, tam da bu sessizleştirme gücünde gizli.