Ülkede 1980’lerden sonra kendini daha fazla hissettiren tarikat ve cemaat yapılanmaları AKP’nin siyasal islamcı politikalarıyla hayatın her alanına yayıldı. Eğitimden sağlığa kadar devletin her kademesinde yer bulan cemaat ve tarikatları Gazeteciler Barış Terkoğlu, İsmail Saymaz ile Avukat Selin Nakıpoğlu ile konuştuk.

Laiklikten başka yol yok
Kadınlar HKG davasında adliye önünde basın açıklaması gerçekleştirmişti. (Fotoğraf: Depo Photos)

Sercan MERİÇ

AKP iktidarı döneminde çok sayıda cemaat ve tarikat eğitimden sağlığa, hukuk alanından Meclis’e kadar toplumsal yaşamın her alanında söz sahibi kılındı. Özellikle 1980 sonrası artan gericileşme dalgası,  siyasal İslamcı rejimle beraber Cumhuriyet tarihinin en güçlü dönemlerine ulaşmış oldu. Saray rejimi ise bir yandan ülke sorunlarına karşı bu yapıları paravan olarak kullanırken diğer yandan kendi devamlılığı için onlara kol kanat germeye devam ediyor.

Özellikle AKP iktidarı döneminde artan tarikat ve cemaat yapılarını Gazeteciler İsmail Saymaz, Barış Terkoğlu ile Avukat Selin Nakıpoğlu ile konuştuk.

AKP ve Cemaat ilişkisinin boyutlarına değinen İsmail Saymaz şu ifadelere yer verdi:

TARİKAT VE CEMAATLER ‘MİLLİ GÖRÜŞÜN’ MİRASI

AKP ve Cemaat ilişkisinin boyutlarına değinen İsmail Saymaz şu ifadelere yer verdi:

“AKP, milli görüş hareketinin içinden doğdu ve kurucuları Erbakan’ın dizinin dibinde yetiştiler. Tarihsel olarak bakmak gerekirse Milli Görüş Hareketi’nin temel tabanını tarikat çevreleri oluşturdu. Nurcuları ve Süleymancıları saymazsak İskender Paşacılar, İsmailağacılar, Menzil’in bir kısmı ve bunun dışında kalan tarikatların ağırlıklı bir bölümü Milli Görüş Hareketi’nin tabanıydı ve doğal seçmeniydi.

Bunlar arasında özellikle İskender Paşa dikkat çekici çünkü tarikatın şeyhi olan Mehmed Zahid Kotku aynı zamanda Erbakan’ın da şeyhi olarak da bilinen bir isim.

Ancak AKP kurulduktan sonra esasen tarikatlarla bir iç içelik görüntüsü vermedi. Yani aslında bugünkü gibi doğrudan tabi olduğu bir ilişki kurmadı. Hatta başta Fettullahçılarla da öyle bir yakınlığı yoktu. Onun yerine merkez sağ geleneğinde ısrarcı oldular. Hatta ANAP-Doğru Yol birleşmesinde taraftılar. Bu yönelimlerinde ise 28 Şubat’ta Erbakan’dan ötürü çığın altında kalmama kaygısı etkiliydi.

Ancak AKP işbaşına geldiğinde zaten kendisinden önce devlet içerisine girmiş olan Fetullahçılarla doğrudan bir işbirliği zemininde buluşması da zor değildi. Çünkü bu işbirliğinde Fettullahçıların bürokrasideki vurucu gücüyle AKP’nin toplumsal tabanı yan yana geldi ve esasen doğal bir işbirliği kaçınılmazdı.

Tarikat ve cemaatlerin etkisi normalde 1970 ve 1980’lerde camiler etrafında toplanan Süleymancılardı. Onlar 1960’lardan itibaren her tarafa yurt açmışlardı. Onların arkasından ise Fettullahçılar geliyordu. Onlarda da okul, yurt ve benzeri yerler vardı. Bu yapılar 1990’lara böyle taşındı. O yıllarda ise o Anadolu sermayesi, yeşil sermaye ya da Avrupa’da toplanıp Türkiye’ye akıtılan sermayeyle beraber tarikatların şirketleştiğini gördük. Okullar kurdular, hastane sahibi oldular, medya araçları geliştirdiler, iş adamları dernekleri kurdular, ticarete atıldılar.

İsmailağa’da bugün yaşanan kavganın nedeni de budur aslında. Cübbeli Ahmet’le, Hasan Efendi arasındaki kavganın nedeni ticaridir yani. Mahmut Efendi’den sonra yerine kimin geleceği kavgasıdır. Çünkü yerine gelecek olan kişi, tarikatın varlıklarında kendisini bulan mülkü idare edecek. Gelecek kişinin bir CEO ailesi olması gerekir ve temel tartışma; Mahmut Efendi’den Hasan Efendi’ye, Hasan Efendi’den Mahmut Efendi’nin oğluna, Mahmut Efendi’nin oğlundan torununa geçmesi. Birçok cemaat artık şeyhin kendisi değil şeyhin ailesine dönüşmüştür, CEO’ya dönüşmüştür çünkü bir serveti yönetiyor” tartışmasıdır.

BUGÜNÜN MÜRİDİ ÇIKAR SAHİBİDİR

“2007 ve sonrasına gelince tamamıyla bir işbirliği dönemi başlamış oldu. Fettullahçılarla AKP’liler arasında hem taban hem tavanda gelişen işbirliğine şahit olduk.

Dönemin iklimi de göze alındığında; Bir tarafta AKP’ye kapatma davası açılmış, diğer taraftan Cumhuriyet Mitingleri sürüyor. Bir muhtıra verilmiş ve AKP irticanın odağı haline gelmekle suçlanıyor.

Bugün ise bir tarikat üyesi olmanın yığınla avantajı var. Mesela esnafsan yatırım kapıları açılıyor, Türkiye’de veya dünyanın her yerinde bir yatırımda bulunabiliyorsun. İş adamıysan ihale alabilirsin. Memursan atanabilirsin, terfi edebilirsin. Siyasetçiysen aldığın destekle önün açılacaktır. Dolayısıyla bugünün müridini dünkü gibi şeyhinin eteğinden tutup ahirette ona mihmandarlık etsin diye eziyete katlanan Allah yolcusu değil, dünyadaki sermaye kavgasında payına düşeni artırmaya çalışan bir çıkar sahibidir.

Tarikata da çıkarlarından ötürü katılmıştır. AKP’nin 15 Temmuz’dan çıkardığı ilişki biçimi şudur: Tarikatları siyasi biatla kendisine bağlamak. Biat edenlere devletin tüm kapılarını açıp biat etmeyenlerin hepsini Fethullahçılarla beraber terörist ilan etmek.

Nitekim bunun gereği olarak Fethullahçılar, bir terör örgütü olarak tanımlandılar. Bürokrasiden hatta hayatın hemen hemen her alanından tasfiye edildiler. Onlardan doğan boşluklara, yani bütün kamusal alana AKP’ye biat etmiş başka tarikat ve cemaatlere pay edildi.

Yani yeni bir konsensüs yapıldı. Konsensüsün gereği olarak AKP tarikatlar konfederasyonuyla iş birliği kurdu. Bu biat ilişkisinin tam karşılığı ise şudur: Tarikatlar, Erdoğan’a siyaseten biat ettikleri müddetçe özgürce varlıklarını sürdürebilirler. Yeter ki Fethullahçıların savrulduğu gibi siyasal bir seçeneğe dönüşmesinler. Yeter ki AKP’nin siyasal varlığına zarar vermesinler.

Bu sebeple hem AKP’ye biat etmemiş olan hem de resmi ve kabul edilmiş Sünniliğin dışına çıkmış olan öznelerin hemen hemen hepsi polis takibine alınıyor.

TALİBAN’I HAYAL EDİYORLAR

Önemli bir diğer nokta ise esasen tarikat ve cemaatler Türk siyasi tarihinde çok belirleyici olamamışlardı. Bugün geldiğimiz nokta itibarıyla Türk-İslam tarihinde hiç erişmedikleri kadar güce eriştiler.

Yani en çok iddia sahibi olan Fethullahçılar’dı. ‘Bizim 3 milyon seçmenimiz var’, ‘AKP’yi biz barajın üstüne taşıdık’, ‘Ecevit’i biz iktidar yaptık’ diye yaygara yapıyorlardı.

Yani AKP’nin tarikatlara devlette açtığı alan Osmanlı’da bile görülmemiştir diyebiliriz.

Bu tarikat ve cemaat yapılanmaları Fethullahçılar sonrası dönemde de ne siyasi ne ekonomik hiçbir denetime tabii olmadılar.

Adeta yasal düzen dışında paralel bir yaşam alanı kurdular. Bu alanda her suçu işliyorlar ya da yargısal bir dokunulmazlıklara tabii oluyorlar.

Bu böyle giderse günü geldiğinde tekrar devlet elinde güç isteyecekler. Çünkü hemen hemen hepsinin hayalinde bir Afganistan, bir Taliban hayali var. Bugün buna kalkışmamalarının tek sebebi bu güçte olmamaları. O yüzden şu an tarikatları devlet denetlemezse tarikatlar devleti denetleyecekler. O günü beklemeyelim.

İsmail Saymaz
Gazeteci

ÇOCUKLAR TARİKATLARA MAHKÛM EDİLDİ

Avukat Selin Nakıpoğlu ise iktidarın arka bahçesi haline gelen tarikat ve cemaatlerin yargıdaki durumunu ve bu yapıların kadınlarla çocuklar için ne kadar tehlikeli olduğunu anlattı. Nakıpoğlu, şöyle konuştu:

15 Temmuz’dan sonra yargıda bir el değiştirme söz konusu oldu. Nakşibendi’nin kolu ‘Hak Yolcuları’ özellikle yargıda, üst mahkemelerde çok yetkili konuma geldiler. Doğrudan hukuka olan güvenin kalktığı bir dönemle karşı karşıya kaldık. 

Örneğin çok net bir suçu tespit ettiğimiz başvurularımızda; 4 yaşındaki bir çocuğun babası tarafından cinsel istismara maruz bırakıldığı başvurumuzda olduğu gibi ‘suç yoktur burada’ diyebiliyorlar.

Buna dair bir avukat olarak size verilen mesajı çok net hissediyorsunuz. Yani ‘Bana bir şey olmaz ki. Bu dosyayı kapatırım, sen istediğin kadar uğraş, istediğin kadar mücadele et’ mesajını çok net bir şekilde veriyorlar. Yargı, bağımsızlık, laik bir cumhuriyetin eşitlik vaadinden fersah fersah uzak bir noktadayız.

3 sene önce Uşaki Tarikatının lideri Fatih Nurullah isimli kişi tarikatta 12 yaşında bir kız çocuğuna cinsel istismarda bulunduğuna dair Youtube’da bile ses kayıtları var. İtirafı var, ‘Ocağına düştüm’ diyor çocuğun babasına. ‘Ben mehdiyim şayet bana bir şey olursa tarikat biter, peygamberimize kadar bu süreç uzar’ diyor ve ‘İstersen onu nikâhıma alayım ama yaşı çok küçük’ bile diyebiliyor.

Ve anneyi suçluyor ‘Annesi benden para istiyor sebebi bu’ diyor. Orada net bir şekilde o babadan şu cümleyi duyamıyorsunuz: “Sen benim çocuğuma cinsel şiddet uyguladın. Paradan puldan bahsediyorsun. Sonuna kadar gideceğim”

O yüzden burada kadınların farklı bir mücadelesi var. Hiranur Vakfı olayında da HKG’nin durumu da aynı şekilde.

Baktığınızda Aile Bakanlığı’nın önceden bildiği bir şiddet vakası HKG, ama hiçbir şekilde şikayetçi olunmayıp bir savcılık süreci başlatılmıyor ve bakan zaten olay ortaya çıktıktan sonra ‘Vay efendim bu kişiler arasındadır’ bile diyebiliyor. Sürekli bu bir sistematik değil münferit durumlar açıklamaları geliyor.

 Ensar Vakfı’nda da ‘Bir olay için koskoca bir vakfı nasıl karalarsınız?’ diyen dönemin aile bakanı. Beykoz’da 2019’daki cinsel istismar vakaları…  Hafızamız bunlarla dolu. Bizler, çocukları bu tarikatların elinden kurtaramıyoruz. Tıpkı 6 Şubat depreminde kaybolan yüzlerce çocuk gibi.

DEVLET POLİTİKASININ BİR ÜRÜNÜ

Türkiye’de bilebildiğimiz bir milyon çocuk, tarikatların elinde. Ben bunun çok daha fazla olduğuna eminim fakat kısıtlı imkânlarla ulaşabildiğimiz veriler bu.

Yoksulluk, sahipsizlik, kamunun eğitimden kademe kademe çekilmesi ve 4+4+4 uygulamasının başladığı 2012 tarihinden itibaren devlete ait 4 bin ilköğretim okulunun kapanmış olması, kaçak Kuran kurslarının hiçbir denetime tabi tutulmaması, öğrenci sayısının 2 milyona yakın azaldığının bilgisi… Özetle ailelerin tarikatlara mahkûm edilmiş olması.

Şiddetli bir yağmur altında aileler, tarikatların saçağı altına sığınmak zorunda kalıyor. Bu bir devlet politikası halinde çünkü.

Yurtlardaki yangınlardan, KYK yurtlarındaki barınma sorunlarına kadar. Bu şekilde çocuklar, tarikatların ideolojik çevrelerine çekiliyor. Bu yeni bir kavram değil. Tarikat ve cemaatlerin ciddi bir devlet politikasıyla beslenmesi söz konusu.

İstanbul Sözleşmesi’nin ilgasından sonra tarikat liderlerinin Erdoğan’ının kapısına teşekkür kuyruğuna girdiğini hatırlayalım.

Tek adamın imzasıyla İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmemizin iptali sebebiyle açtığımız davalarda 5 duruşma yapıldı. Danıştay 10.Dairesi gördü hepsini. Sonuncusu 28 Kasım’daydı.

Olayların ilk başına gidersek, 2019’da Numan Kurtulmuş’un İstanbul Sözleşmesi aleyhine beyanı dikkat çekiciydi. Daha sonra bir süre susuldu. Ardından ise cumhurbaşkanı sözleşme ‘Nas değildir’ dedi. Devamında ise İmam Hatip Mezunları Derneği, Saadet Partisi, Büyük Birlik Partisi, Ensar Vakfı hepsi sıraya dizildi, sözleşme aleyhine konuşmalar yapıldı. Bir lokomotif gibi İstanbul Sözleşmesi kötülenmeye başlandı.

Bir anda kendimizi şunun içinde bulduk: ‘İstanbul Sözleşmesi, aileyi yıkıyor’, ‘İstanbul Sözleşmesi, eşcinsel evlilikleri özendiriyor’, ‘İstanbul sözleşmesi sapıklık düzenlemesi’

Çünkü çok yoğun bir tarikat baskısı vardı. Hâlâ da var, tarikatlar kendilerini bir zafer kazanmış sayıyorlar. Ama bu bir Pirus zaferi olduğu çok açık. Çünkü bunun kaybedeni hepimiziz.

GERİCİLERLE ANAYASA YAPILMAZ

Bütün amaçları ise şeri hukunun inşaası. O dönem, Mart 2021’de imzanın çekilmesinin ertesinde cumhurbaşkanına tarikatların teşekkürleri bitmedi. Büyük Birlik Partisi Başkanı Destici, Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan, Milli Gazete genel yayın yönetmeni, Hüda-Par, MHP Lideri Devlet Bahçeli, Ensar Vakfı ve Saadet Partisi’nin de memnuniyetlerini duymuştuk. Bizler hukukçuyuz, bir yargılamanın nasıl sürdüğünü, duruşma salonundaki usulün nasıl olduğunu iyi biliriz.

Öte yandan toplumsal yaşamın her alanında hakim kılınmaya çalışılan bir anlayışı görüyoruz. Anayasa’ya çok açık biçimde aykırı olmasına rağmen Kuran’a, ayetlere, peygamberlerin sözlerine yapılan atıflarla yargıda da kararlar aldırıyorlar.

Bu ülkede resmi gazetede bir karar yayımlanmıştı. Erdoğan, ekonomi ile ilgili bir hususu dini bir referansla geçirdi. O gün yer yerinden oynamalıydı.

 Ancak her bir durakta sessiz kalmak, bizi bu günlere getirdi.

Bu sadece hâkimlerin değil avukatların dilekçelerinde bile görür olduk. Meclis’te zaten bunu görüyoruz. Zaten anayasayı her bakımdan ihlal eden AKP bloğu anayasayı değiştirmeye niyetlenecek.

Selin Nakıpoğlu
Avukat

CEMAATLERİN HOLDİNGLEŞMESİ

Gazeteci Barış Terkoğlu ise cemaat ve tarikatların ticari yapılarına ve güç ilişkilerine dikkat çekti Terkoğlu şu ifadelere yer verdi:

“Tarikatların şeyhi, gavsı olur. Tabiri caizse lideri olur. Bu lider çoğu zaman dini ya da ilmi bilgisinin derin olması gerekmez. Menzilcilerin ya da Adnan Oktar’ın bu tür bir derinliği yoktu. Bazılarının Arapça, fıkıh ve hadislere hâkimdirler, bunlara hâkim olması da gerekmez. Bir tarikatın işleyişinde gücünü belirleyen şey liderin derinliği değil müritlerin sayısıdır. Çoğu zamanda ‘şeyh uçmaz, mürit uçurur’ deriz ya, bu müritlerin sayısı, müritlerin kapasitesi tarikatın gücünü belirler. Türkiye’de bir yanılgı var, sanıyoruz ki tarikatlar milyonlara hükmediyor. Bu yanlış bir bakış açısı. Her ne kadar sinir merkezlerine yerleşmişlerse, ne kadar güç merkezlerini tutmuşlarsa o kadar güçlüdürler. Mesela Fetullahçılar özellikle yargı, polis, askeriye ve bürokrasi üzerinde bu kadar etkili olmasalar kitlesel bir güçleri olmazdı. Bir lider, iki mürit, üçüncüsü güç meselenin bir de ekonomik yanı var. Tarikatlar tartışmasız şekilde büyük ekonomik güçlere hükmedebilirler. En küçük haliyle bir şeyh yardım toplar. Sonra bunlar basit kurumsallaşmaya geçer. Sonra tarikat belirli bir aşama sonrasında holdingleşir. Kendileri adına hastaneler ile şirketleşme türlerine giderler. Bu da yetmez, örneğin Erenköy Cemaati ticaret ile içli dışlıdır. Kendilerine bir ticari sosyete yaratırlar. Birbirinden alışveriş yapan, satılan malla ihracat yapanlar vardır. Menzilciler için geçerli bu durum. Fetullahçılar Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKOM) gibi iş adamları örgütlenmeleri kurarlar.

Türkiye’deki bütün tarikatlar erildir. Liderleri, kuralları, önde gele müritleri ve sistemleri erkektir. Sistemleri erkektir şu demek, erkekler eylem yapar, konuşurlar kadınlar ve çocuklar geri plandadırlar. Kadınlar orada bir tür nesne haline dönüşmüştürler. Erkeklerin sınırsız hükmetme şansları vardır. Mürit, mürşit ilişkisi tam anlamı ile biata dayanan aklın olmadığı bir köleleştirmeye dayanır. Şeyhin ailesine kölelik yapıldığı görülür.

Fetullahçılar bir dönem başlarını açtılar. Silahlı Kuvvetler’de örgütlenmek adına içki şişeleri kondu, içki içer görünmek istediler. Gerekirse din dışı görünecek eylemlerle gizlediler

Burada insanın en ilkel, en sapkın, en aşağı arzularına, eylemlerine artık karşı koyamayacak durumda olan bir insan kitlesi var: kadınlar ve çocuklar. Kapalı bir sosyete olan cemaatlerde, aşk yok. İtaat edenle, itaat edinilen var. Bir süre sonra kadınları ve çocukları, bunlar kendi tabiri caizse sapkınlıklarının nesnesi haline dönüştürüyorlar. Sadece Türkiye’ye özgü değil, ABD ve Ortadoğu tarikatlarında. Mesela Adnan Oktar Tarikatı açık devre bir tarikattı. Hepsi öyle değil.

Pek çok kişi Fetullahçıları örnek gösterip, İslamcılara bakın bunu yapabiliyor dedi”

CEMAATLERE KARŞI MUHALEFET ETKİSİZ KALDI

15 Temmuz sonrasında, AKP’yi laikliğe davet etti. Tüm sol ve Atatürkçüler bunu yaptı. Siyasi iktidar, 15 Temmuz ile birlikte bununla hesaplaşma yerine, kendisine biat eden kendi iktidarını sürdürebileceği bir tür kavga görüntüsünden faydalandı. İslamcı unsurlar da Fetullahçılar’dan kalan boşluğu doldurma misyonu edindiler ve onların yerine geçtiler. İki taraf için de kazan-kazan politikasının bir sonucu.

Siyasi iktidar tarikat ve cemaatlerin tehlikesine karşı ne kadar körse, muhalefet de bu tehlikeye karşı o kadar şaşı. Laikliği savunmazsak, tarikatların siyasal alanda varlığına ne kadar hoşgörü ile yaklaşırsak seçmenin de bize siyasal lütfu o kadar artar. Böyle bir şeyin olmadığı ise tüm seçimlerde görüldü. Muhalefette böyle bir yanılgı var. Bu arada 17-25 Aralık sonrası da aynı yanılgıyı sürdürdüler. Son dönemde kimi tarikatlar iktidar ile sorun yaşadığında da buraya oynadılar. Açıkçası bu alanda konuşmamayı tercih ediyorlar. Muhafazakâr yurttaşlar dâhil birçok yurttaş tarikat ve cemaatlere şüphe ile bakıyor. Bu şüphe ile bakmasının nedenleri de var. Bu şüphenin ardında Türkiye’nin yaşamış olduğu son dönem skandallarının tümünde ortasında tarikatların olması.

İslamcılık öyle bir şeydir ki, musluk sesi gelir gece sıkarsınız. Daha da sıkarsınız ancak bu çözüm değildir. Türkiye’de siyasal İslamcılığın gittikçe radikalleşen bir duruşu var. Ilımlı İslam, biraz daha İslam derken radikalleşti. Ahlaka en bağlı olan değil, en radikal sözü söyleyen güç sağlayabiliyor. Laikliğin tüm kazanımlarımı kaldırabilecek bir dönüşüm istiyorlar. Açıkçası bunlar ile Anayasa tartışması yapmak baştan kaybetmek olacaktır. Bunlar Anayasa istemiyor, kadın ile çocuklar için hakları ortadan kaldıracak, modern hayatın getirmiş olduğu örgütlenmek, sendika kurmak gibi hakları budamak istiyorlar. Tarikat ve cemaatler kendi kapalı yapılarını tüm yurtta hâkim kılmak istiyorlar. Eğer bunlarla Anayasa tartışırsanız bu durumu kabul etmiş olursunuz.

Barış Terkoğlu
Gazeteci