Mayısta yürümek, haziranda gülmek

MURAT MÜFETTİŞOĞLU

“Otoriteye karşı bir şey yapamıyorsan, geç karşısına, ağız dolusu kahkaha at!”

Nietzsche’nin sevdiğim sözlerinden biridir. İlk okuduğumda bana aikidoyu çağrıştırmıştı. Savunma sporları içinde en estetik olanıdır aikido, ayrıca bedensel zeka gerektirir. Sizden daha güçlü bir saldırganın hamlesini -doğru tekniği kullanarak- kendisine yönlendirebilir, kolayca alt edebilirsiniz. Misal, otoriteyi itibarsızlaştırmak istiyorsanız karikatürize etmeniz yeterlidir. Peşinden atacağınız iyi bir kahkaha, mücadele ve direnme gücünüzü de artıracaktır. En önemlisi, mizahın hangi öncü sarsıntıları tetikleyeceği, ne zaman nerede kırılmaya neden olacağı, artçılarının ne kadar süreceği zinhar kestirilemez. Öncü, artçı, kırılma, öyle ‘ha deyince’ olmayabilir. Lakin, büyük kırılmaya neden olacak deformasyon enerjisinin içten içe biriktiğinden emin olabilirsiniz. Zira, Marx’ın köstebekleri şehirlerin altında sabırla çalışır, hayaletleri ise durmaksızın dolanır durur.  

Gülmenin devrimci bir eylem olduğunu Haziran Direnişi’nde doyasıya yaşadık. Karnına “direngeziparkıgeliyorum” yazan hamile kadının politik muzipliği; “Huzur isyanda, isyan İsYanbul’da!” sloganını üreten yaratıcı dil; “Polis, simit sat, onurlu yaşa!” sözündeki ince sağduyu; “No Recep no cry!”daki akustik muhalefet, “Yol biter barikat başlar”daki sağlam irade; “Slogan bulamadım” duvar yazısındaki samimi tavır; “Islak banyo terliğine çorapla basasın Tayyip!”teki sempatik beddua ve benzeri yüzlerce anekdot sağır sultanın zihnine kazındı,  uslanmaz cin şişeden çıktı. Artık hiç bir kafa eskisi gibi değil.       

“İnsan doğası eylemde başarısız kalınca çıkışı imgede bulur.”

Vakti zamanında karşıma çıkan bu sözün kime ait olduğunu bulamadım, ancak kastettiği şey aşağı yukarı belli: ‘Umutların tükendiği, çaresizliğin kalıcı bir duygu olarak yer ettiği anlarda insan bilincinin metafiziğe ya da mistisizme sarması olasıdır...’ Gelgelelim, her söz diyalektiğe tabidir. Diyeceğim; metafiziği ve mistisizmi yaratan bilinç neyse, ironiyi ve mizahı yaratan da aynısıdır. Bütün mesele, onun otorite karşısında doğru pozisyon almasını sağlamaktır. En umutsuz koşullarda dik yürümek, eylem(praksis) denen kurucu faaliyeti sürekli kılmanın biricik koşuludur.

“Başımız dimdik yürüyorduk, çünkü boğazımıza kadar boka batmıştık.”

Dario Fo’nun ‘Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü’ adlı oyununun meşhur repliklerinden biridir. Hal-i pürmelâlimizin özeti kıvamındaki bu enfes ironiye iyimser bir katkı sunmak gerekirse şöyle söylenebilir: Bazen dibe vurmak iyidir! Olağan zamanlarda yeterince “dert etmediğimiz” dayanışma, mücadele, onur vs. zor zamanlarda bizi ayakta tutan temel düsturlarımız olur çıkar. Böyle zamanlarda dik yürümek –bizatihi- bilincimizin boynumuza olan borcudur.

90’ların başından beri politikanın kâh orasında kâh burasında dolanır dururum; bu denli boka battığımızı anımsamıyorum. Bırakın kahkaha atmayı, içimden epeydir gülümsemek dahi gelmiyor. Acı ama gerçek; kötü ama böyle. Nietzsche rafların uzak köşesinden bana bakıyor; bense gözlerimi kaçırıyorum. Siyasal iktidar uğursuz bir akbaba gibi yıllardır tepemizde; belli ki eylemde başarısız kaldık. Lakin, çıkışın mistisizmde olmadığını bilecek kadar da birikimimiz var; zira bilincimizde Nâzım’ın dizeleri var:  

“Yürümek/yürümeyenleri arkada boş sokaklar gibi bırakarak/havaları boydan boya yarıp ikiye/bir mavzer gözü gibi/karanlığın gözüne bakarak/yürümek!”

• • •

İçim bomboş, dışım alabildiğine nahoştu; yağmur, çamur diz boyuydu. “Vız gelir tırıs gider” deyip kalktım. Havayı boydan boya ikiye yararak yürüyecek, Nâzım’a bir selam çakacaktım. Paltomu giyerken telefon çaldı, arayan eşimdi: “Evden bir yere ayrılma, kombi için tamirci gelecek.”  

Bildiğini okuyan, bilmediğini belli etmeyen, otoriter ve sinsi bir tavrı var hayatın. Umurumda değildi. Kombiciyi gönderdikten sonra yollar benim, ben yolların olacaktım... Olmadı, kombici geç geldi, tamirat uzun sürdü, yürüyüş yattı... Neyse ki, ertesi gün güneş yüzünü gösterdi, epeydir saklıyordu. Sabahları on sularında şirketin tuvalet camını zorladığını bildiğimden, kalktım tuvalete gittim; burnumu vasisdasın on santimlik aralığından çıkartıp öylece durdum. Aklıma Troçki’nin Meksika’da sürgündeyken yüzünü güneşe dönüp karısına söyledikleri geldi: “Aztekler boşuna bu şeye tapmamış!”

Öğle tatilinde en yakın parka gittim; güneşi sırtıma, toprağı altıma alıp yürüdüm. Okumakta olduğunuz yazı o yürüyüşün mütevazı bir ürünüdür. Oysa aklımdan başka şeyler de geçmişti, toparlaması, ifade edilmesi güç şeyler. Sartre’ın dediği gibi, “her zaman düşündüğümüzden azını söylüyorduk. Çünkü dil, eksikli bir şeydi.”

Uygun tempoda yürürken her zamankinden çok düşünüyorduk. Muhtemelen genişliyorduk. Thomas Bernhard uzun bir öyküsünde yürümekle düşünmek eylemleri arasındaki ilişkiye pratik bir vurgu yapar: “Yoğun düşünüyorsak yavaş yürürüz; hızlı yürüyorsak düşüncelerimizin yoğunluğu azalır.” ‘Yürümeye Övgü’nün yazarı David Le Breton’u pas geçmeyelim. O da yürümekle düşünmek arasındaki doğrudanlığa dikkat çekerken, meselenin özünü net biçimde ortaya koymuş: “İnsan yürüyüşten değişmiş olarak döner.”   

Yürümenin aynı zamanda zihinsel bir eylem olduğunu artık rahatlıkla söyleyebiliriz. Yani, ritmik bacak hareketleriyle ilerlemekten çok daha fazlası olduğu kesin. Ritmik bacak hareketlerine rağmen olduğu yerde sayanlarıysa hiç anlamamışımdır. Koşubantlarında debelenip duranların -otoritenin karşısına geçip kahkaha atmalarını geçtim- paçoz bir iktidara karşı yürümenin ne anlama geldiğini dahi bilmediklerini düşünüyorum. Bütünden kopuklar, bütüne yabancılar, aslında yaşamıyorlar. Çıkıp yürüseler; insanlara, ağaçlara, kuşlara, seslere ve güneşe karışacaklar. Kalabalıkla yürüseler ortak coşkuyu tadacaklar; çocuklarla yürüseler çocuk olacaklar; yaşlılarla yürüseler yorgunluğu, gençlerle yürüseler kaygıyı, işsizlerle yürüseler umutsuzluğu, işçilerle yürüseler dayanışmayı bilecekler. Yalnız yürüseler, yalnızlıklarını fark edip kederlenecekler. Belki onlar için en hayırlı sonuç da bu olacak...

Mayısta ve haziranda bütün kentler güzeldir; kentlerin en güzel yerleri de parkları ve meydanlarıdır. Mayıs’ta meydanlara doğru yürümek; değişerek, dönüşerek yürümek ve Haziran’da gülmekse en güzelidir... iktidarın suratına suratına!