Modern toplum yaratma idealleri, çoğunlukla bu ideallere uygun olmayan kesimleri/kimlikleri “hizaya getirme” gibi disipliner politik pratiklere yol açmıştır. Bu ideallere ve pratiklere karar verenler, iktidar gücünü ellerinde tutuyorlarsa, bu durum, aynı zamanda otoriter rejimlerin inşasını da sağlamıştır. Bu bağlamda pek çok ülkede modern uygulamalar gerçekte modernleşme değil de modernleştirme olarak tezahür etmiştir. Modernleştirici güçler giderek kendini devletin “sahibi” gibi algılamış ve yukarıdan, topluma her türlü müdahale hakkını kendinde görmüştür.

Bugün yaşamakta olduğumuz bazı sosyolojik meselelerin kökeninde böyle bir tarihsel tecrübe olduğunu söylemek mümkün. Zira dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi Türkiye’de de modern bir toplum yaratma tahayyülü, hemen her alanda derin ve sarsıcı izler bırakmıştır. Bazen kanun yoluyla, bazen de darbelere teşebbüs ederek ya da bizzat gerçekleştirerek “toplumu adam etme” deneyimleri sıklıkla ve sistematik olarak yaşanmıştır. 1980 askeri darbesini gerçekleştiren ekibin başındaki general, “huzur, sükun ve refah getirmek için iktidara el koymak zorunda kaldıklarını” söylemişti. Yani iktidara el koymak onların hem görevi hem de hakkıydı!

Modern tahayyüllerin ve deneyimlerin “iyi” ya da “kötü” olduğunu söylemek belki politik bir yargının konusu olabilir ama sosyolojinin dili çoğu kez bu politik sınırlara sığmayacak kadar farklılıklar gösterir. Zira sosyoloji, bu pratiklerin iyi ya da kötü olmasından çok, kültürel, siyasal vb. etkileriyle ve gündelik toplumsal sonuçlarıyla ilgilidir.

***

Türk modernleşmesi her şeyden önce devlet gücüyle inşa edilmiştir ve bu nedenle tam olarak bir modernleştirme deneyimidir. En temel özelliklerinden birisi görünüşe göre hızlı bir “toplumsal kabul” almış olmasıdır. Gerçekte bu yanıltıcı manzara, devlet gücü karşısındaki endişelerin bir yansımasıdır. Yani kabul edilen şey ilgili düşünceler ve uygulamalar değil, devletin gücüdür.

Şu sıralar yıldönümünde olduğumuz ve modern tahayyülde batılılaşmanın bir tezahürü olarak nitelenmiş “Şapka Kanunu”nun öyküsü belki de bunun tipik bir örneğidir. Gelenekçi toplumsal damarın baskın olduğu Türkiye’de bir batılı giyim nesnesi olarak şapka takmayı yasalara konu etmek, herhalde bir reaksiyonu peşinen kabul etmiş olmayı gerektirirdi. Ama görünüşe bakılırsa “millet, umumiyetle bu inkılabı desteklemişti”. Bu düzenlemeye tanıklık eden Falih Rıfkı Atay, ilginç bir anekdot aktarır: Kendisi, Bolu, Kocaeli ve Zonguldak valileri ve jandarma komutanları ile bir arada oldukları bir anda “belki yakınlarda şapka giymekliği” üzerine bir şey söyleyince üçünün de “Yooo.. işte bu olmaz” diyerek tepki gösterdiklerini; ertesi gün Atatürk’ün konuya dair açıklamalarından sonra aynı kişilerin, “hele bir kişi kalkıp itiraz etsin, görür gününü” dediklerini aktarır. Bu, aşağı yukarı bütün toplum kesimlerinin de tutumudur.

***

Bu tahayyül ve uygulamaların “milletçe desteklendiğini ispat etmek” bir şekilde mümkün elbette. Buna gazete manşetleri, politik aktörlerin mitingleri, bazı politikacıların övgü dolu demeçleri ve sıradan yurttaşların devlete teşekkür eden konuşmaları gibi “kanıtlar” bulabilirsiniz. Ama bu uygulamalara mahkemeler, polis, jandarma, tutuklamalar ve hatta idam cezaları vb. eşlik etmişse, bu tam olarak sosyolojik bir sorun olduğuna işaret eder. Bunu anlayabilmenin yegane yolu, ilgili toplum kesimlerinin bu uygulamalar karşısındaki deneyimlerine bakmaktır. Bu deneyimler pek çok travmatik detayları da kapsamaktadır.

Türkiye’de modernleştirici uygulamalarının yarattığı etkileri sorgulamadan geçebilirsiniz. Bu bir politik tercihtir. Bugün gündemimizde bir şapka meselesi olmadığına göre, moda deyimle artık konuyu “kaşımanın” gereği yok demek de mümkün. Gerçekte bütün bu yaklaşımlar bile ötekinin mağduriyetini önemsiz sayan modernleştirici tahayyülün bir başka biçimidir. Şimdilerde artık muhafazakarlaştırıcılık olarak karşımızda duran yeni tahayyül ile bir tür kardeş olarak. Zira bugün dili ve yöntemi aynı kalmak üzere modernleştirmenin yerini muhafazakarlaştırma deneyimleri almış görünüyor.