Baba Muhittin, küçük çocuğun canını giderek sıkıyordu. Çocuğun kanına giriyordu arabaları say, direkler kaç tane, bu araba ne renk bil bakayım diye… Trafik vardı. Hepimiz sıkılmıştık. Canımız burnumuzdaydı ve annesinin kucağına oturan çocuk, bütün otoriteler altında ezilmiş halkların, tüm zoraki gülümsemelerin intikamını aldı. Ağzını doldura doldura önünden bir türlü çekilmeyen babasına şöyle dedi: “Zıkkımın bokusun Muhittin!”

Muhittin Baba ve  ezilen halkların zaferi

SİNEM SAL

İzin verirseniz, bize ben diyeceğim. Nihayetinde sevseniz de sevmeseniz de bu başlığı okuduğunuza göre artık bir geçmişimiz var.

Ben üç ayaklı bir sandalyeydim. Bütün olayım desteksiz bir şekilde ayakta kalmaktı. Üstüme oturmaya çalışan herkesi yere indirmem güçlülüğümden değil,  zayıflığım ve yoksunluğumdan kaynaklanıyordu.  İki yaşıma yeni girmiştim. Bizim ailede ayda bir cenaze olurdu o zamanlar. Bütün akrabalar bir araya gelirdik. Birbirimizi anmanın tek yolu içimizden birinin ölmesiydi. İçimizden biri ölünce,  bütün iyi anlarımızı gece boyunca konuşup öteki gün unuturduk. Tam da böyle bir gündü. Yine bir akrabamızı toprağa vermiş arkasından pilav, tulumba filan yiyorduk. O sırada biraz daha tulumba yemek için babam insanını çağırmak istedim ve “Ba-Ba!” dedim. İki yaşıma yeni giriyordum ve “Baba!” demiştim. Bundan bahsetmiş miydim? Cenaze evinde şenlik olmuştu. Omuzlar üstündeydim. Oranın kralı bendim. Babam insan, bu andan sadece iki gün sonra öldü. Gözleri açık gitmedi. Tulumbayı kendim almak zorunda kaldım. Otorite kırıldığında, hizmet sektöründen istifa mektubunuzu yazarsınız. Aklınız varsa bir şirket kurarsınız ve hiç çalışanınız olmaz. Benim aklım vardı ve zaman zaman işime yaradığı bir gerçekti.

Üç ayaklı bir sandalye olarak hayatıma devam edemeyeceğimi anladığımda önce boşta kalan tarafa yığınla kitap koydum. Sonra bu işin tutmayacağını anlayarak geriye kalan üç bacağı da kırmaya karar verdim. Sırasıyla… Giderek akıllanıyordum. Akıllanmak, başınıza kötü şeyler gelmesinden geçer. Öyle oluyordu. 

Geçenlerde çocukluğumu buldum. Bostancı-Kadıköy otobüsünde. Bir çocuğu yedi yaşında öteki de dört yaşında filan bir baba otobüse bindi. Hemen önünde de eşi... Yedi yaşındaki çocuk otobüse bindiğinde babası onun için AKBİL bastı ve “Topbaş’ın da ülkemizin de senin parana ihtiyacı var oğlum…” dedi. Önlerinden giden, hamile anne tam yanıma oturdu ve dört yaşındaki çocuğunu da kucağına aldı. Babanın adı Muhittin. Anne kurduğu her cümlenin sonunda Muhittin diyor. Muhittin Baba, sürekli espri yapıyordu. Bir cenaze evine gidiyorlarmış. Anne, çocuğuna “Bak gidip Allah Allah yapacaz orada. Sen de uslu uslu dur olur mu…” dedi. Çocuk da “Pilav yiyecem mi” dedi. Bence biraz haklıydı. Onu anlıyordum çünkü çocukluğum bu tip evlerde, sessizce kenarda oturup bir tulumba ve aynı tabak içerisine konmuş kavurmalı pilavı beklemekle geçmişti. Baba Muhittin, küçük çocuğun canını giderek sıkıyordu. Çocuğun kanına giriyordu arabaları say, direkler kaç tane, bu araba ne renk bil bakayım diye… Trafik vardı. Hepimiz sıkılmıştık. Canımız burnumuzdaydı ve annesinin kucağına oturan çocuk, bütün otoriteler altında ezilmiş halkların, tüm zoraki gülümsemelerin intikamını aldı. Ağzını doldura doldura önünden bir türlü çekilmeyen babasına şöyle dedi: “Zıkkımın bokusun Muhittin!”

İşte o anda “Sağa çek kaptan!” demek istedim.  Oturduğu sandalyenin sırasıyla bütün bacaklarını kıran çocuklar, biliyorum ki büyüdüğünde mecburiyetten de olsa çabuk yürümeye başlıyorlar. Zıkkımın köküsün otorite!