Öykü demsiz olur mu?

EYLEM ATA GÜLEÇ

Ortadoğu’da üretilen edebiyatın politik duyarlılıkla kundaklanmış ürünler vermesi yadırganamaz. Ötekileştirilmiş azınlıklar, dili yasaklanmış ve kültürünü yaşaması engellenmiş halklar, elbette acılarını, başlarından geçen kıyımı, mücadelelerini sanat ve edebiyata yansıtacaklardır. Yazı insana dair olan her şeyi konu edebilir. Konu ettiği şey üzerine söz söyleme biçimi onu edebiyat kılar ya da kılmaz.  “Taşa Fısıldayan Öyküler Kobanê” adıyla yayınlanan öykü kitabı yanı başımızda yaşanan katliamı ve katliam karşısında devletsiz bir halkın büyük insanlık direnişini konu etmesi bakımından değerli bir çalışma. Kitaptaki metinler, Kobanê’den Türkiye sınırına yürüyerek ulaşmaya çalışan insanları, arkalarında evlerini bırakırken hissettiklerini, uzun yürüyüşe dayanamayan yaşlıları, sınırın Türkiye tarafındaki insanların bakışlarını, çadır kentlerdeki insanlık hallerini anlatıyor. “Savaşın tam içinden ürün vermek ve kötücüllüğünü edebiyatla göstermek” şeklinde ifade ettikleri amaç etrafında bir araya gelen 41 yazar “Kitap biterse savaş da biter,” gibi naif bir dilekle yola çıkmışlar. Çalışmaya emek veren yazarların temennilerine katılmamak elbette mümkün değil.

“Taşa Fısıldayan Öyküler Kobanê” kolektif bir öykü kitabı. Kapsadığı öykülerin edebiyat terazisinde farklı ağırlıklara karşılık gelmesi beklenen bir durum. “Kırmızın İç Sesiyle” “Diş Ağrısı” “Bazı anlamlar” “Eve Dönmedi” “Alıcı Kuşlar” “Ayak İzlerimi Siliyorum” “Bir Tren ve Üç Ülke” temiz bir dille kaleme alınan, metinlerin iç seslerinin duyulabildiği öyküler. “Bendewar” adlı öykü ise söylemeden anlattıklarıyla dikkat çekiyor. Ayrıntılardaki insani hassasiyet okuyucuyu duyarlılıklarını gözden geçirmeye zorluyor. Öykü kişisinin halasının, statükoyu temsil eden metafor olarak kullanılması öyküyü katmanlı kılıyor. Neyse ki hala -dolayısıyla Kürt düşmanı statüko- artık kötürüm.  


SAVAŞAN KADINLAR
Politik duruş ve niyetleri bakımından anlamlı bir çalışma olan Taşa Fısıldayan Öyküler Kobanê’nin edebiyat duygusu verme, yaşanan gerçekliği sanatsal gerçekliğe dönüştürme bakımından eksiklikleri olduğu söylenebilir. Kitaptaki öykülerin çoğu ele aldığı konuyu güçlü bir atmosfer yaratmadan aktardığı için konunun içinde barındırdığı enerji okura iletilemiyor. Benzer şekilde Kobane ve Şengal’de savaşan kadınlar dünyadaki kadın algısını yerle bir eden güçlü çıkışlarına rağmen öykülerde (yapılmak istenmesine karşın) yeterince akılda kalıcı varlık gösteremiyorlar. Okunup bitirildiği zaman gözümüzün önünde canlanacak; saçlarıyla, boynuna doladığı kefisiyle ya da konuşurken yüzünde oluşan bir mimikle özgün bir kadın gerilla resmi çizilemez miydi?

Kimi öykülerde iki ayrı metin iç içe verilmiş. Tercih edilen bu ikili anlatım, metinler birbiriyle yeterince sıkı ilintilenmediği için biçimsel bir kaygıyla kurgulandığı hissi uyandırıyor. Örneğin “Sadece Sus ve İzle” isimli öyküdeki şiirsel bir dille yazılmış olan italik kısmın, Zergê Teyze’nin hikâyesiyle bağlantısı yeterince güçlü görünmüyor.

Kitapta metnin inandırıcılığının tehlikeye düştüğü durumlarla da karşılaşıyoruz. Anlatıcının kurduğu dünyanın gerçek üstü dahi olsa inandırıcı olabilmesi kurgu metinlerin gücünü gösterir. Mesela “Kısacık Bir An” adlı öyküde Berfin’in karşısındaki genç çocuğun namlusunun ucunda korkudan ağladığı sırada aklından “Âşık mı olmuştu?” diye geçirmesi okuyucuda metnin sahiciliğine ilişkin kuşku uyandırabilir.

Kitapta Almanca, İngilizce ve Kürtçenin Kurmanci ve Sorani lehçelerinden çevrilen öyküler de bulunuyor. Çeviri metinlerin yer yer anlaşılmasında güçlükler yaşandığı belirtilebilir. Belki kimi yerlerde noktalama katkısı ile bu güçlük aşılabilirdi. Kapalı bir anlatıma sahip olduğu söylenebilecek “Sınırı Aşmalar” okur katkısı gerektiren nitelikli öykülerden. Metnin “Anne babamın sesleri yemek odasından çocuk odasına sızıyor; sarkık koyu renkli düğme gözlü kopmuş oyuncak bebek kafalarını odamıza taşıyan televizyonun sesiyle kesiliyor yalnızca” biçiminde ilk okumada çözülemeyen tekrar okumaları gerektiren cümleleri var.       

SÖZCÜK SEÇMEK
Öykülerde ritmi bozan kimi çapaklardan da söz edilebilir. “Uç uç artık” adlı öyküde geçen “sümkürmek” ifadesi metnin anlatı diline pek yakışmamış gibi duruyor. Öykü yazmanın zorluklarındandır sözcük seçmek. Olabildiğince tasarrufla kurduğunuz çatıda bir tuğla uygunsuz yerdeyse illaki batar göze. Bazı metinlerde (mesela “Halfeti Gülü”) gözümüze batan çapaktan çok daha fazlası olabilir; öyküde geçen akrostiş kelimesi gibi. Söz konusu metinde birçok şeyi bir arada verme telaşına düşülmüş. Bu durum edebi bir tür olarak öykünün pek hazzettiği bir şey değil. Öyküde yazarların sınıra gitmesi ve orada iki kelam etmelerinden uzun uzadıya bahsedilmesi metnin ağırlık merkezinin epey kaydığını gösteriyor. Kobanê’de yaşam yeniden örülürken, öyküleri de daha fazla yazılacaktır elbette. Yazılanların edebiyat kıvamı alması için demlenmeye ihtiyacı olacağını hatırda tutmakta fayda var.