Özel hayat

ONUR CAYMAZ

Özel hayat muammadır. Tolstoy evlendiği gece, eşine, içinde fahişelerle yaptıklarından tut da “öylesine takıldığı” kadınlarla yaşadığı cinsel deneyimlere; belsoğukluğundan erotik düşlerine dek her şeyi tüm ayrıntısıyla yazdığı günlüğünü gösterir. Yazar günlük tutar da eşi niye tutmasın: Önsözünü Doris Lessing’in yazdığı Sofya Tolstoy’un günlükleri iki yıl önce İmge tarafından yayımlanmıştı. 

Karısının düğün yüzüğünü kumar borçlarını ödemek için rehin veren Dostoyevski’ye ne demeli! Mastürbasyon müptelası olduğu bilinen (nerden biliniyor acaba) Nietzsche, frengi nedeniyle hastalanıp ölür. Metresi Hannah Arendt Yahudi olsa da Heidegger Nazi Partisi’ne katılacaktır. Sosyolojinin babası sayılan Auguste Comte, sinir krizi sırasında karısına bıçak fırlatır. İlahi bir ses, sonsuza dek bekâr kalmasını söyleyince antik çağın en önemli teoloğu Aziz Augustinus on yaşındaki nişanlısını terk eder. Louis Althusser de karısını “kaza sonucu” boğar. Muamma diye boşa demedik. Daha fazlasını merak edenler, Andrew Shaffer’in, Aşkta Kaybeden Büyük Filozoflar kitabından yürüyebilir... Yürüsün.

PEKİ O ÖLEN KİMDİ?
Herman Melville, tuhaf adammış. 1846 ile 1850 arasında, dört yılda beş kitabı yayımlanmış: Typee, Omoo, Mardi, Redburn ve White Jacket. Bunların tümü de sevilmiş, çok beğenilmiş. Yazmak değil ama yayımlama cüretinde kim ne derse desin beğenilme isteği var zaten, değilse yazıp çekmeceye atar insan. Fakat 1851’de, 32 yaşındayken asıl başyapıt MobyDick çıkar kitapçı vitrinlerine. Anlaşılan o ki yoğun bir yazma trafiği var Melville’in. Belki bilmeden hayatı anlattığı fakat kalabalıkların Beyaz Balina ile Kaptan Ahab’ın savaşı sandığı bu büyük eser sevilmemiş pek, önemsenmemiş. Ünü lekelenmiş. Zaten ün der Rilke, alt tarafı bir isim etrafında birleşen tüm yanlış anlaşılmaların toplamıdır. Derken bu upuzun, tuhaf romanın ardından bir de Pierre yayımlanmış: Sonuç tam fiyasko! Melville unutulmuş. İnsan böyledir, unutunca unutmuş olur, daha da hatırlamaz kolay kolay. 

Yazıdan geçimini karşılayamayan fakat yazmaktan geri durmayan (çünkü gerçek yazarların yazıdan beklediği tek şey yazma hazzıdır) Melville, 1856’da kayınpederinin verdiği parayla Kudüs’e gitmiş. Bu yolculuk sırasında bindiği gemi, dört gün kadar İstanbul limanında durmuş. Böylece adamımız birkaç gün dolanmış İstanbul’da. İlk iki gün yoğun sis var, pek bir şey anlamamış. Sadece puslar arasındaki sahilde havlayan köpekler... Sis dağılınca gerçek çıkmış açığa, gerçek böyledir zaten, hep açığa çıkar. Adamımız bu masal şehrinin görünüşüne bayılmış. Mina Urgan’ın aktardığına göre, mektuplarından birinde, Büyükdere’den Boğaz ne kadar da güzel görünüyor diye yazıyormuş... Şimdi gelip görse kendini keserdi herhalde!

Ne kadar beğenmiş gözükse de sürüp giden “başarısızlıklarla” bunalıma giren Melville’e bu şehir o kadar da iyi gelmemiş. Birkaç gün boyunca şehrin sokaklarında gördüğü karanlık, yoksulluk ve korkunçluk arasında “kafasında bir tuhaflıkla” yürüyüp durmuş. Trajik bir durumdu, diyor mektubunda; sanki her evde kendini asan bir adam var! Yanında yöresinde gördüğü evler yıkık dökükmüş, çürük, korkunç... Yerebatan Sarnıcı’na gitmiş, o karanlık ıslaklığın içinde Medusa’ya bakmış, taş kesilmediğini görmüş sevinerek fakat bazı insanlar için korku alışkanlıktır, sarnıçta bir cinayete kurban gideceği vehmine kapılmış. Kaptan Ahab’ı yaratmış adamdan başka ne beklenir! Yürümüş az biraz, aşağılara inmiş, deniz kokar oralar hep; öylece kalakalmış Kapalıçarşı’da, bir süre kıpırdayamamış. Fakat hafız Kapalıçarşı öyledir, ben bugün bile her gittiğimde büyülenirim oradaki duygudan, o renkler, tazelik, akan yaşam, şehrin tenine sinmiş sıcak damar, uğultular, yaz günlerinin serinliği... Sonra eski şehrin yangın yerleri içini dağlamış Melville’in, hele de mezarlıklar!

İstanbul’un mezarlıklarıyla nedense çok ilgilenmiş, bir mektubunda yine anlatıyor, gidip birkaçını ziyaret etmiş. Bu gezilerin birinde, bir cenaze alayının peşine takılarak İstanbul’un eski insanlarıyla birlikte yürümüş, hiç kimse tanımamış onu, nereden tanısınlar! Yürürken orada, ötedeki mezarlardan birinin üzerine kapaklanmış ağlayan bir kadın görmüş. Ama nasıl çırpınış, nasıl feryat figan inleyişler. Bu kadının sesini, görüntüsünü diye yazıyormuş bir mektubunda, yirmi yıl boyunca unutamadım; çoğu geceler düşlerime girdi feryatları. Mezarın önünde diz çökmüş, toprağı yumruklarcasına ağlayan bir kadın imgesi düşünsene.

Tam bu İstanbul günlerinde The Piazza Tales yayımlanmış. Dedim ya, tuhaf bir yazı trafiği olmalı Melville’in, birçok şeyi bir arada mı yazmış acaba? The Piazza Tales, bir hikâyeler toplamı. Kâtip Bartleby da bu kitapta bulunuyor. Fakat bu son yazarlık hamlesi daha beter çukura gömmüş yazarı: Son kitap da sevilmemiş okur tarafından, görülmemiş. I would prefer not to yani “yapmamayı yeğlerim” diyen, pasif intiharı seçmiş bir katibin hikâyesi. Saçmanın, yalnızlığın içinden toplum hayatına karşı atılmış bir çığlık. Bugün başyapıt sayılıyor... 

Yıllar sonra bile Melville’ın rüyalarında, İstanbul’da bir mezarlıkta, toprağın üzerine kapanıp ağlayan, inleyen o kadın varmış. Kimdi acaba? Dahası, Cansever’in Cin adlı şiirinde sorduğu gibi sormalı aslında: “Peki, o ölen kimdi?”

KOMÜNİSTLER   
Ozan Nihat 1985 yılında yazmış, bakın: “Kimler komünist diye soruyorsun gardaşım / Akrep, fare, yılan, çıyan komünist / Nerede pislik görüyorsan gardaşım / Aha orada ayan beyan Komünist // Çok affedin sözün kaçarsa tadı / Devrim istiyormuş kükürtlü cadı / Oynaşcıl sürünün oynaş avradı / Arsız, nursuz, zilli bayan komünist.”