Salgında sürdürülebilirlik hedeflerini ileriye taşımak

Jeremy Caradonna

Salgının ilk günlerinden hatırladığımız en çarpıcı fotoğraflardan bazıları, hükümetlerin aldığı zorunlu kapanma kararları sonucunda durma noktasına gelen yaşamlarımıza aitti. Hava kirliliğinin bir anda azalmasıyla Kuzey Hindistan’dan görülen Himalaya manzarası çokça paylaşıldı. On yıllardır süren hava kirliliği, bir anda dağılmıştı. Bölge halkının bir kısmı ufuktaki Himalaya dağlarını hayatlarında ilk defa görüyorlardı.

Asla çok geç değildir. Salgın, kökeni 18. yüzyıla dayanan ‘sürdürülebilirlik’ sözcüğünü tekrar ön plana taşıdı. Bu kavramın kökeni Almanya’da ormancılık sektöründe ‘sürdürülebilir kereste üretimi’ yapma prensiplerine dayanıyor. Kavramın uluslararası seviyeye taşınması ise Birleşmiş Milletler tarafından desteklenen 1987 Bizim Geleceğimiz İnisiyatifi ile oldu. Sürdürülebilirlik ‘gelecek kuşakların kendi ihtiyaçlarını karşılama yetisini tehlikeye atmaksızın, mevcut ihtiyaçların karşılanması’ olarak tanımlandı.


Tarihçiler geçtiğimiz yılı ‘tarihin dönüm noktası’ ya da ‘yeni bir çağın doğuşu’ olarak görebilirler. Salgın dolayısıyla zorunlu olarak yavaşlayan ekonomiler ile birlikte gaz salımı azaldı ve insanlar ‘basit yaşama’ pratikleri benimsediler. Bu tecrübeler, küresel sanayi toplumunun değerlerini yeniden tanımlamasına vesile olabilir.

Geçmişe baktığımızda sürdürülebilirlik hikayesinde birçok başarıya imza atıldığını söylemek mümkün. Yenilenebilir enerji üretimi arttı, yerel ve organik gıda pazarları gelişti, tek kullanımlık plastik kullanımının zararları deşifre edildi, döngüsel ekonomi modelleri gelişti ve sürdürülebilirliğin kurumsallaştırılması yönünde adımlar atıldı. Sürdürülebilirliğin tüketici davranışları üzerinde de önemli etkisi oldu. Tüketiciler kendi sürdürülebilirlik değerlerinin, hükümetlerin harcama ve yatırım davranışlarında karşılık bulmasını bekliyorlar.

Fakat tüm gelişmeleri teraziye koyduğumuzda sürdürülebilirlik pratiklerimizin en acil toplumsal, ekonomik ve çevresel problemleri çözmekte başarısız olduğunu görüyoruz. İklim değişikliği ve bunun altında yatan fosil yakıta dayalı ekonomik büyüme. Haliyle hak savunucuları ve iklim bilimciler acil durum çağrısı yapıyorlar.

TEPEDEN İNEN KARARLAR

2016 tarihli Paris İklim Anlaşması önemli bir zaferdi. Fakat tüm ülkeleri aynı noktada buluşturmak fazlasıyla uzun sürdü. Sürdürülebilirlik konusu 2000’li yıllara kadar öncelikler arasında dahi değildi. İlk etapta sürdürülebilirlik talepleri yalnızca belirli gruplar tarafından dillendiriliyordu; iklim bilimciler, enerji uzmanları, bazı politika yapıcılar, ekolojik iktisat uzmanları ve çevrecilikte ilham bulan basit yaşam savunucuları gibi.

Haliyle bu alanda önemli mihenk taşları genellikle kurumsal, yöntemsel ve ‘tepeden’ kararlar oldu. 1987 tarihli Montreal protokolü ozon tabakasına hasar veren maddelerin kullanımını yasakladı, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin kurulmasını sağladı, 1992 Rio İklim Zirvesi yapıldı. Bunlar önemli kazanımlardı fakat başta amaçlanan sistemsel dönüşüm yaşanmadı. 2030 iklim hedefleri giderek yaklaşırken, bu derin krizi çözmekteki başarısızlığımız bize salgın dönemi yaşadığımız ‘zorunlu yavaşlamayı’ tekrar düşündürmeli.

Salgın esnasında sürdürülebilirlik hedeflerini ileriye taşımayı akıl eden bazı yerel yönetimler gördük. Milan, Mexico City ve Mumbai gibi şehirler aktif ulaştırma yönünde somut adımlar attılar. Bisiklet yolları inşa ettiler, ‘15-dakikalık şehirler’ felsefesiyle yeni planlar ortaya koydular. Gerçekçi hedefler belirlemek istiyorsak yeni, denklemin içine etkili sağlık hizmetlerini, acil durum hazırlık sistemlerini de dahil etmeliyiz.

İklim değişikliğini ekonomik büyüme ile çözemeyeceğimizi söylemek artık ‘başkaldırı’ olarak görülmüyor. 2020’nin bahar aylarından 2021 başına kadarki dönemde küresel emisyonların ilk defa düştüğünü gördük. Maalesef şu an itibarıyla tekrar yükseliş trendine girdiğimizi görüyoruz. Artık ‘odadaki fil’ ile yüzleşme zamanı. Daha fazla büyüme, daha fazla emisyon anlamına geliyor. Küresel kuzeyin zengin ülkeleri olarak, büyüme yaratmadan refah yaratmanın yolunu bulmalıyız.

Enerji sektöründe yaşananlar da bir tür umut kaynağı. 2020 yılında petrol talebi yüzde 9 düştü. Fosil yakıtlar sonrası ekonomi neye benzeyecek henüz bilmiyoruz fakat salgın esnasında çıkardığımız derslerden biri de bencil ve kaygısız hava taşımacılığını olduğu gibi sürdüremeyeceğimiz oldu.
Neyse ki enerji şirketleri de köşeye sıkışıyor. Shell şirketi kısa süre önce tarihi bir davada suçlu bulundu. Çin gibi ülkeler dönüşümü ağırdan alsalar bile önümüzdeki 20 yılda fosil yakıt talebinin düştüğüne tanıklık edeceğiz.

Salgın sonrası dünyaya yön vermeye çalışırken, ortak travmamızı onarmak adına hep birlikte çektiğimiz acılardan anlam çıkarabilir, sürdürülebilirlik hareketini tekrar ayağa kaldırabiliriz. Düşük emisyonlu, düşük maliyetli alışkanlıkları ‘yeni normal’ haline getirebilir ve kendi kendimize yeterliliği tesis edebiliriz.

Çeviren: Fatih Kıyman
Kaynak: The Guardian