Modern şehir tarihinin önemli mekânsal ve toplumsal kurumlarından birisi de yetimhanelerdir. Görece daha eski deneyimlere tanıklık etmiş olsa da, yetimhanelerin kurumsal bir kimlik kazanmaları modern döneme rastlar. Başka bir deyişle etnisitenin inşa olduğu/edildiği, milliyetçiliğin tüm dünyayı kasıp kavurduğu; her yerde etnik savaşların yaşandığı zamanlarda yetimhaneler de yeni kurumsal biçim ve işlevleriyle ortaya çıkmışlardır.

Modernleşme, ilgili literatürde ilerlemeci nitelikleriyle tanımlanmış; eğitim, sağlık, refah gibi yeni kamusallaşmalarla anılmıştır. Ama modernleşme aynı zamanda etnik çatışma, katliam ve soykırım pratiklerini de içeren bir süreçtir. Şimdilerde devletlerin birbirlerini ‘açıklarım’ diye tehdit ettiği kitlesel kırımlar o sürecin ürünleridir. Modernleşme, imparatorlukların parçalanıp ulus devletlerin ortaya çıktığı bir tür demografik kaygı dönemidir. Etnik temizliğin geride bıraktığı annesiz, babasız çocukların, yeni bir sosyal kategori olarak toplumsal hayatta görünür olduğu zamanlardır. Dönemin milliyetçi ruhu o kadar baskındır ki yetim çocuklar ilk kez bu dönemde etnisitelerine göre tasnif edilmiş ve kendilerine ayrılan mekânlarda yeni yaşam alanlarında toplanmışlardır. Özetle etnik temizleme politika ve pratikleriyle birlikte yetimlik de kurumsallaşmıştır. Bu kurumsallaşmada devletler, Milletler Cemiyeti, ilgili dini kurumlar, misyonerler, hayırseverler gibi çok farklı dinamikler yer almışlardır.

Türk modernleşmesi süreci de Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde başlayan çeşitli yetimhane deneyimlerine tanıklık etmiştir. Zira hem imparatorluğun çok etnili yapısı, hem de ulus devletlere geçiş sürecinin çatışmalı-gerilimli olması, hemen her etnisiteden çocukların kitlesel olarak yetim kalmasına yol açmıştır. Osmanlıda da yetimhanelerin inşa sürecindeki gerilim sadece geniş çocuk kitlesinin yetim kalmasında değil, çocukların toplanma mekanları, denetim ve eğitim süreçlerinde de devam etmiştir. Bu durum yetim çocukların ilave çok çeşitli baskıları deneyimlemelerine yol açmıştır. Bu alanda ortaya çıkan görünüm hangi etnik grubun, hâkim güç ve siyasetten nasıl bir muamele gördüğünü anlamaya da imkan vermektedir.

Pek çok şehirde mekânsal ve toplumsal olarak yetimhanelerin öyküsü, hem söz konusu dönemin hem de her bir ülkenin nüfus-etnisite-iskan politikalarının izlerini taşır. Böylece yetimhanelerin öyküleri üzerinden söz konusu dönem politikalarının nasıl bir toplumsal maliyete yol açtığını ve çocukların dünyasında nasıl karşılıklar bulduğunu somut olarak görebilmek de mümkündür. Bu bağlamda son Osmanlı ve Türkiye’de yetimhanelerin toplumsal manzarasına baktığımızda hemen tüm kimliklerden yetimhane örnekleri görmek mümkündür. Ama kuşkusuz Müslüman olmayan çocukların yetimhane örnekleri çok daha baskındır. 19. yüzyıl sonlarında başlayan bu süreçte, özellikle 1910-1920 yılları arasında Ermeni Yetimhanelerinin sayısında adeta patlama yaşanmıştır. Farklı bölgelerde tasfiye edilme politikalarına muhatap olan Ermeni toplumunun İstanbul’a ulaşabilen çocukları yetimhanelere yerleştirilmişlerdir. Kumkapı, Yedikule, Surp Pırgıç, Ortaköy, Boyacıköy, Kalfayan, Karagözyan, Nişantaşı, Beşiktaş, Arnavutköy, Hasköy, Kadıköy, Üsküdar, Gedikpaşa, Narlıkapı yetimhaneleri onlardan bazılarıdır.

Bu ve diğer örneklerin gösterdiği gibi yetimhaneler, hem mekânsal hem de toplumsal bir olgu olarak şehirlerin yakın tarihinde özgün bir deneyim olarak yer almışlardır. Üstelik tekil bazı durumların birer sonucu olarak değil; sistematik tasfiyeci politikaların toplumsal neticesi olarak kurumsallaşmışlardır.

Bu nedenle söz konusu yetimhaneleri bulundukları şehirlerin tarihleri içinde, temsil ettikleri kimliksel ve mekânsal nitelikleriyle birer hafıza mekanı olarak, kentin toplumsal-mekansal belleği içindeki yerine oturtmak gerekir. Hem bu mekanlarda ömür geçirmiş geçmişin çocuklarının hatırasına bir saygı olarak, hem de ağır toplumsal maliyet üreten dönemin nüfus, etnisite ve iskan politikalarının bu coğrafyada oluşturduğu hasar alanlarını resmetmek üzere. Bu, hem yerel-merkezi siyasal, hem de toplumsal önemli bir yükümlülüktür.